İnsanoğlu daima sorgular. Yaklaşık üç bin yıldır devam eden bu sürecin en büyük destekçisi hiç kuşkusuz kitaplar olmuştur. Kitaplar, farklı farklı sorgulamaları yapan kimseler tarafından kaleme alındığında aslında ortada yalnızca yazılı bir eser olmaz; yazar sizi hiç tanımadan görüşünüzü, zevklerinizi bilmeden size seslenip gelişiminize katkıda bulunmayı amaçlar. Bu yönüyle yazarlar birer bilgi bonkörleridir; kitaplar ise bilginin elçileri olarak nitelendirilebilir.
Dünya üzerinde yazılan ilk kitap, m.s.868 yılında yazılan “Elmas Sutrası” insanların bilgiye ne kadar aç olduklarını ve onu ne kadar arzuladıklarını bir kez daha gözler önüne serer. Elmas Sutrası konu ve içerik bakımından belki de bugün çoğu insanın ilgisini çekmese de aydınlanma yolunda ilk adımları atmamızda büyük katkıları olmuştur. Bu gelişmenin akabinde ilerleyen yıllarda devam eden siyasi ve sosyal gelişmeler sonucu kitaplar daha çok yaygınlaşmıştır.
Günümüze nazaran neredeyse 1400’lü yıllara kadar doğu, batıdan daha aydın bir konumda idi. Lakin İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453’te fethedilmesinin ardından topraklarını terk eden Bizanslı aydınlar alabildikleri bütün kitapları ve bilimsel materyalleri alıp Batı Roma İmparatorluğu’na kaçmışlardır. Bu olayların sonucunda Avrupa, kendisinin diğer uygarlıkların yanında ne kadar bilgisiz ve güçsüz olduğunu fark etmiştir. Matbaanın 1450 yılında resmen Avrupa’da kullanılmasıyla beraber insanlar gerçekleri ikinci yahut üçüncü bir kaynaktan değil, direkt olarak kaynağın kendisinden almaya başladılar.
Kaynaklardaki uyumsuzluğu kısa sürede fark eden Avrupalılar, o güne kadar kendilerine öğretilen yanlışların ve yalanların hesabını sormak istiyordu. Dönemin ikinci kaynaklarından olan bir rahip de bu duruma sessiz kalmak istemedi ve o zamana kadar insanların içeriğini yanlış yorumladığı Yeni Ahit’i (İncil) Almancaya çevirerek “Reform Hareketi” ni başlattı. Bunu yaparak kendi hayatını büyük bir uçuruma sürükleyen Martin Luther, hayatının geri kalanını dağlarda ve küçük köylerde garnizondan saklanarak geçirdi. Yaşadığı bu kötü koşullar altında bile yazmayı bir gün olsun bırakmayan Martin Luther, ölmeden önce yazdığı “Doksan Beş Tez” adlı kitabı ile insanlara; neyin nasıl olmaması gerektiğini öğütlemiştir.
İnsanlar, kitapları okudukça kendi evrimlerine büyük bir katkı sağlayarak hızlı bir şekilde gelişimlerini sürdürmeye devam etti. Mamafih kitapların insanlar üzerinde büyük etkisi olduğu kadar, insanlar da kitapların evrimsel sürecine büyük katkılarda bulunmuştur. Bu durumun en bariz örneği ise, günümüzde sık sık tartışma konusu olan “E-kitaplar” dır. İnsanlar, her ne kadar e-kitaplar yüzünden normal kitapların değerinin azaldığını ve kitaplara karşı duyulan eski sevginin, saygının yok olduğunu söyleseler de büyük resmi kaçırıyorlar. Resmi görebilmek içinse yapılacak en mantıklı hareket taktığımız at gözlüklerini bir kenara atmak olacaktır. E-kitapların ortaya çıkış amacı insanlara kitap okumayı sevdirmek yahut insanların kütüphanesinde bir süs eşyası olarak kalmaktan öte onları harekete geçirmektir. Peki, bunun normal kitaptan ne farkı var dediğiniz takdirde çok büyük bir noktayı görmezden gelmiş olursunuz; imkân.
E-kitaplar, önümüze engel oluşturabilecek her türlü engeli yıkma potansiyeline sahip. Bahsettiğimiz engellerden en önemlilerinden olan para ve coğrafya; e- kitapların kullanımının yaygınlaşmasıyla beraber nerdeyse yok olmanın eşiğine gelmiştir. Coğrafya konusunu ele alacak olursak; yabancı kaynaklara erişimin neredeyse sınırsız olduğunu ve hep isteyip de okuyamadığınız kitapların cebinizde sizin hep yanınızda olduğunu düşünün. Bunu normal kitaplarla başarmanız neredeyse olanaksızdır. Para konusunda ise e-kitaplar halen ücretli olarak satılmaktadır. (Normal kitaba göre çok daha az bir tutar.) Lakin sizin buradaki amacınız elde etmek istediğiniz bilgiyi alıp evinizin en güzel yerinde sergilemekten öte, beyninizin en iyi çalışan yerinde saklamaksa siz de e-kitapların ücretlendirilmesindeki yanlışlığı fark etmişsinizdir.
İnsanların birçoğu okumak isteyip de okumak istediklerine erişemiyorlar. Erişemedikleri takdirde büyük bir paniğe kapılıyorlar çünkü onlar, onlardan önce gelenlerin dediklerine kulak verip gelecek hakkında kaygılanmaya başlıyorlar. Mustafa Kemal Atatürk’ün öğretilerini takip eden birisi, “Kitapsız yaşamak kör, sağır, dilsiz yaşamaktır” öğretisini bildiği için duyu organlarını kaybettiği takdirde, dünyayı bir daha hiçbir şekilde anlayıp betimleyemeyeceğinin farkında olup telaşlanıyor. İçindeki okuma arzusu bu kadar alevlenmiş kişileri kitaptan uzaklaştırıp e-kitapları parayla satıp bu işten kar amacı gütmek isteyen at gözlüklüler yerine, dünyayı anlamayı ve kitapların gücünü savunan gerçek bir yazarı dinleyelim; Victor Hugo’nun dediği gibi, “Okuma ihtiyacı barut gibidir bir kere tutuşunca artık sönmez.” insanların içindeki bilgi arzusunu ve o arzunun yarattığı alevleri söndürmek yerine, bu insanların amacına ulaşmalarına olanak sağlayıp onları birer meşaleye dönüştürmeliyiz. Yahut kısa günün karına odaklanıp karanlığın içinde kaybolup gidelim.!