Eğer bir bulut olsaydım, gökyüzünde özgürce süzülen, rüzgârın peşinden savrulan bir yolcu olurdum. Dünyanın dört bir yanını dolaşır, insanların gözünden kaçan güzellikleri görürdüm. Sabahları altın renkli güneş ışıklarıyla parlayan bir dağ zirvesine konar, öğleden sonraları denizlerin üzerinde dans eden dalgaları izlerdim. Akşamüstü ise şehirlerin telaşına yukarıdan bakar, insanların koşturmacalarını seyrederdim.
Bir bulut olarak, mevsimlerin ruhunu taşırdım. İlkbaharda, çiçeklerin üzerindeki minik tomurcuklara hayat veren bir yağmur damlası olurdum. Yazın kavurucu sıcağında serinletici bir gölge sunar, insanlara ve hayvanlara bir anlık huzur verirdim. Sonbaharda, sararmış yaprakların arasında dolaşarak melankolik bir esinti yaratırdım. Ve kışın, yeryüzüne yumuşak bir beyazlıkla inerek çocukların kar topu savaşlarını başlatırdım.
Ancak her zaman bir sorumluluğum olurdu: Yağmur olmak. Yağmur, bir bulutun en saf ifadesidir. Toprakla gökyüzünün buluşmasıdır, yaşamın döngüsünün devam etmesidir. Eğer bir bulut olsaydım, bir köyün kurak tarlalarını sulamaktan büyük bir mutluluk duyardım. Çatlamış toprakları şefkatle kucaklayarak, doğanın yeniden nefes almasını sağlardım.
Ama bazen, fırtınalar da olmak zorunda kalırdım. İnsanların benden korkacağı, pencerelerini kapatacağı anlar olurdu. Bunu istemezdim elbette, ama bilirdim ki fırtına da doğanın bir parçasıydı. Şimşeklerimle karanlıkları aydınlatır, gök gürültülerimle gökyüzünün sesini duyururdum.
En çok da geceyi severdim. Eğer bir bulut olsaydım, yıldızlarla dans eden bir hayalperest olurdum. Gecenin sessizliğinde ay ışığıyla süslenmiş bir perde gibi gökyüzünü sarar, masalsı bir huzur sunardım dünyaya. Belki bir şair, beni izlerken ilham bulurdu. Belki bir çocuk, uykuya dalmadan önce hayal gücünü bulutlarımın şekillerinde kaybederdi.
Eğer bir bulut olsaydım, kısa ama anlamlı bir hayat yaşardım. Çünkü bilirdim, her bir yağmur damlası, yeryüzünde bir hikâye başlatırdı.