Gökyüzüne baktığım her an, bir bulutun yerinde olmak isterdim. Bembeyaz bir özgürlük. Rüzgârın beni istediği yere taşıdığı, sınırları olmayan bir hayat… İşte tam da böyle düşünüyordum, o sabah odamın camından dışarı bakarken. Griye çalan bir gökyüzü vardı. Yağmur yolda gibiydi, ama benim içimde bir kuraklık hâkimdi.
“Eğer bir bulut olsaydım…” diye mırıldandım kendi kendime. O anda tuhaf bir şey oldu. Yavaşça içim bir hafiflik hissetti, bedenim odanın içindeki hava gibi saydamlaşmaya başladı. Şaşkınlıkla ellerime baktım, ama artık onları göremiyordum. Gözümü kırptığımda, kendimi gökyüzünde buldum.
Bir bulut olmuştum! Hafif, yumuşak ve her şeyden bağımsızdım. Aşağıya baktım; insanlar, arabalar, binalar… Her şey küçücük görünüyordu. Bir tür hâkimiyet hissiyle dolmuştum. Rüzgâr beni nazikçe itiyordu. Bir dağın üzerinden geçerken zirvesine dokundum, sonra bir vadinin derinliklerine süzüldüm.
Ama her güzellik gibi, bu da sonsuz değildi. Bir süre sonra gökyüzündeki diğer bulutları fark ettim. Kimisi benden büyük, kimisi küçüktü. Bazıları beyaz, bazıları griydi. Kimi sessizdi, kimi gürültülüydü. Bir araya gelerek fırtına oluşturuyorlardı. Onların arasında bir yabancı gibi hissediyordum.
“Hey sen!” diye seslendi koyu gri bir bulut. “Yeni misin burada?”
“Evet,” diye cevapladım ürkekçe.
“O zaman bil ki, burada tek başına hareket edemezsin. Rüzgâr seni götürür, ama nereye yağacağını biz belirleriz.”
Yağmak mı? Daha önce bu düşünce hiç aklıma gelmemişti. İnsanlar için yaşam kaynağı olan yağmur, benim için özgürlüğümü kaybetmek demekti. Ama bir bulut olarak görevimi yapmalıydım, değil mi?
O sırada bir köyün üzerinden geçtik. Toprak çatlamış, ağaçlar susuzluktan sararmıştı. Çiftçiler gökyüzüne umutla bakıyordu. Yüreğimde bir sızı hissettim. Yağmam gerektiğini biliyordum, ama bu benim varlığımı sona erdirecekti.
“Eğer bir bulut olsaydım…” diye düşündüm yeniden. Bu, sadece özgür olmak değil, başkalarına hayat vermekti.
Kendimi gevşettim ve yağmur tanelerine dönüştüm. Aşağıdaki toprağa düşerken, köydeki insanların sevinç çığlıklarını duydum. Ben yok oluyordum belki, ama hayat yeniden filizleniyordu.
O an, bulut olmanın ne anlama geldiğini gerçekten anladım: Özgürlük, yalnızca kendin için değil, başkalarına bir şey katabilmekteydi.
Bir yanda güneşin sıcak ışıklarıyla parlayarak gökyüzünü süsler, diğer yanda yağmur olup toprağa can verirdim. Bulut olmak, sürekli bir dönüşümün içinde var olmak, değişimin ta kendisi olmaktı. Şeklim, boyutum ve rengim hiç durmadan yenilenirdi.
Belki de bir bulut olarak en büyük mutluluğum, yeryüzünü yukarıdan izlemek olurdu. Bir dağın zirvesine dokunup ardından denizlerin sonsuz maviliklerine süzülmek, gökyüzünün her köşesinde iz bırakmak bana eşsiz bir haz verirdi. Sabah güneşin ilk ışıklarıyla altın rengine bürünüp insanlara umut taşır, akşam üzeri gün batımının mor ve pembe tonlarına karışarak huzurun bir parçası olurdum.
Ancak bulut olmanın en önemli yanı, yalnızca seyirlik bir güzellik olmak değil, aynı zamanda yaşamı beslemekti.