Bundan asırlar önce sabah vakti gelince gün doğar ve Dünya Güneş’in göz kamaştıran parlak ışığının etkisiyle apaydınlık olurmuş. Gece vakti geldiğinde ise gün batar ve zifiri karanlık tekrardan çökermiş Dünya’nın üzerine. Bu inanılmayacak düzeyde kusursuz olan döngünün içinde ise geceyle gündüz durmadan takip edermiş birbirlerini. Bu mucizenin gerçekleşmesine tanık olacak kadar talihli olan nesiller ise yalnızca 24 saat içinde hem aydınlığın hakim olduğu gündüze hem de karanlığın hakim olduğu geceye şahit olabilirlermiş . Tabii bizler yani en az kendimiz kadar bahtsız bir neslin torunları olan bizler bu mucizeye tıpkı dedelerimiz asla şahit olamadık ve olamayacağız.
Bu gün 16 Ocak Salı güneşin en son batışından ve dünyayı karanlığa terk edişinden bu yana yaklaşık iki bin yıl geçti . Karanlığın hakim olduğu iki bin yıl içinde insanlık astronomik rakamlarda bütçeler ayırdıkları bilimsel çalışmaları ile Güneşin neden artık Dünya’yı aydınlatmadığını araştırdı. Lakin yapılan çalışmaların her biri başarısızlıkla sonuçlanınca ve devletler de nihayetinde bu astronomik bütçeyi hatrı sayılır miktarda kısınca insanoğlu Güneşin bir daha asla doğmayacağı gerçeğini çaresizce kabul etme mecburiyetinde kaldı. Lakin eski güneşli, aydınlık günlere dair olan ve içinde aynı anda hem umudu hemde umutsuzluğu uyumla taşıyan o hasret ne çalışmaların durmasıyla kesildi ne de kıyamet söylentileri ile . İnsanlığın imkansızlığı düşlemesi için söylentiler ve tartışmalar kafi değildi zira.
Bir umudun ve umutsuzluğun aynı anda simgesi olan bu gün de tıpkı diğer günler gibi erkenden okula gitmek için uyandım çünkü güneşin artık doğmayacağı gerçeği okula gitmemek için geçerli bir bahane değildi . Okula giderken aynı zamanda insanların bir zamanlar (yaklaşık yirmi asır kadar önce )kış mevsimlerinde havanın akşamları geç kararmasının mı yoksa sabahları havanın erken aydınlanmasının mı daha iyi olduğunu tartıştıklarını (adı kış saati gibi bir şey di sanırım) düşünüyordum . Bir zamanlar böyle bir tartışmanın gündemde olduğunu yaklaşık bir kaç gün kadar önce tarih dersinde öğrenmiştim ve o zamandan beri de kafamda evirip çeviriyordum. Belki bir zamanlar gündemi meşgul eden önemli bir tartışma iken bu mesele iki bin yıl sonra yaşayan bir insanın nedenini anlamakta güçlük çektiği bir konuya dönüşmüştü. Tabii bu kafa karışıklığının ve anlayamamanın sebebi sadece on beş dakikalık bir güneşin bile onlara tarifi mümkün olmayan bir mutluluk yaşatacak olması olabilirdi.
Düşüncelerinin harareti sırasında okula vardığını fark etmemişti. Düşüncelerini dağıtan ve ona okula geldiğini hatırlatan ise günün kasveti ile bir tezat oluşturan neşeli zil sesiydi. Zilin can sıkıcı düzeyde neşeli olan müziği ona yalnızca okula vardığını hatırlatmamıştı aynı zamanda ilk dersine de geç kaldığını bildirmişti aceleyle dersine doğru giderken artık düşünceleri güneşten çok uzakta bir yerde muhtemelen almak zorunda olacağı geç belgesindeydi artık.