Sen sanıyorsun ki, bütün güzellik, bütün sanat Batı’nın o tartışılmaz “medeniyet”inde saklı. Sıra bize, sıra bizim geleneğimize gelince ise gözlerinin önü kararıyor, kör oluyorsun, kör olmayı seçiyorsun. Bizi de çekiştiriyorsun peşinden. Ama biz sadığız kültürümüze, sanatımız da damarlarımızda akan kanımız gibi milli olacak elbet. Bizi sürüklesen de Paris’in caddelerine, ayağımızdaki pabuç Anadolu’nun dağlarına ait, ilelebet.
Öyleki, sen kiliselerin gösterişine kapılıp boğulurken; bir sülüs yazı, bir çini, bir desen caminin duvarında; bize hava, su, nefes olur. Sen, balerinlerin zarif ve kırılgan hareketlerini ağzın açık izlersin, bizim ise zeybeğin o muhteşem gücü ve ihtişamı karşısında içimiz titrer. Anadolu’nun dağları, tepeleri gibi sağlamdır o; dayanıklıdır, Anadolu’nun insanı gibi. Ve sen orkestraların sağır edici fırtınalarına kapılıp giderken, biz âşıkların acı dolu seslerinin derinliğine dalarız. İstediğin kadar boş boş izleyebilirsin elin şehrindeki heykelleri ama onlar sana bir köylünün çabasının asilliği kadar derin bir anlayış vermeyecek insanlık hakkında.
Yine de sana kalmış tabii, gönlünce yap istediğini. Safını değiştirip bırakıp gitmek için verdiğin kararın sana ait olduğunu unutmadan yap bunu, yalnız yürüyeceksin yolunda. Çünkü bizim gözümüz Anadolu’nun sonsuz ve ebedi kültüründen, yaşanmışlığından; yazılmasa da her bir taşa, her bir kayaya sinmiş o görkemli destanından başka sanat görmez. Biz elbet tutturacağız türkümüzü, arşınlayacağız topraklarımızın kutsal örtüsünü. Sen kaldırım taşlarını ve güvercinlerin ötüşünü tercih ediyorsan uğurlar olsun, ayrılıyor yolumuz…