Düzelene Kadar

 

       Kapıya elini uzatırken duraksadı. Aklında milyon tane fikir vardı. Hangisini söylemekte kararsızdı. Derin bir nefes alıp kapı kolunu çevirdi. İçeriden kendine doğru esen nefret rüzgârı yüzüne çarptığını hissetti. Güçlü durmalıydı fikirlerinin kabul görmesini istiyorsa. Hayvanlardan pek farkımız yok aslında ne kadar çok incelersen o kadar göze çarpıyor bu duygular. Çok incelememek gerek yoksa aklını bozar. Çok düşünmemek gerek yoksa aklını bozar. Çok dikkatli olmaya gerek yok yoksa aklını bozar.  

        Nefret rüzgarını atlatıp kendine geldiğinde konuşmaya başladı. Ne dediğini biliyordu kendinden emin davranması gerekti yoksa fark ederlerdi durumun ne kadar kötü olduğunu. Başını dik tutuyordu. Duruşundan zaten kendinden emin olduğu belliydi. Oysaki gerim gerim geriliyordu. Hiç belli etmiyordu. Belli edemezdi zaten. Konuşmasının önemi aklına geldikçe konuşamaz hale geliyordu. Fakat belli etmiyordu. Dili dolanıyormuş gibi hissediyordu. Sanki biri onu boğuyormuş gibi. Nefes almakta zorlanıyordu. Sanki kelimeleri yutuyormuş gibi daha ağzından çıkmadan bile. Fakat belli edemezdi zaten. Yoksa gafil avlanırdı.  

       Kurtlar sofrası gibiydi. Sanki her an her yer karışabilirmiş gibi. Sanki herkes pusuda bekliyormuş gibi. Tek kelime ve tüm düzen bozulur. Herkes çok dikkatliydi. Ülkenin önde gelenleriydiler sonuçta. Her davranışları ülkeyi etkiliyordu. Ülkenin güzelliği, büyüleyiciliği altında tamamen bir kargaşa yatıyordu. Sanki her şey bozulacakmış gibi. Kimsenin birbirini önemsememesi onu sinir etmişti. Elini sıkmasıyla tırnağının derisini deşip içine doğru girdiğini hissetti. Hafıza kayıplarını yaşamaya başladığından beri yaşıyordu bu durumu. Dışına vuramazdı duygularını çünkü ayak uydurmalıydı. Çünkü ayak uydurmazsa dışlanırdı. Terk edilirdi.  

       Onun dünyası yalanlar üstüne yapılmıştı. Bazıları önemsiz bazıları çok büyük. Fakat konuşamazdı onlar hakkında. Bu ne kadar daha sürecekti. Eğer yakın değilsen konuşamazdın. Çünkü adalet yoktu. Adaletin tanımı da yoktu. Cebinde para varken sadece sen kim olduğunu unutursun fakat cebinde para yokken dünya senin kim olduğunu unutur. Kimse seni umursamaz ve fikirlerine saygı duymazdı. Herkese göre kişiden kişiye değişiyordu. Sınıf sınıf ayrılmışlardı. En düşük sınıf dışlananlar -aralarında en zekiler de vardı-. Sadece düşüncelerini dile getiriyorlardı. Bu kadar sıkıntıya dayanamayanlar diyorlardı bazıları onlara. En haklılar onlar bence. En cesurlar. Ama konuşmalarının bedelini de ödüyorlardı. Yemek yemeyerek şehrin en altında yaşayarak. Köle olarak kullanılarak. Bu güzel şehrin harikalarının altında gizlenerek.  

        En yüksek sınıfta ise bilgeler dedikleri vardı. Ebeveynleri zengin, torpilli, at gözlüklüler. Tek düşündükleri para ve ünlülük. Bu güzel ülkenin harikalarının altında. Yönetimde sözleri de var tabi beyinleri olmamasına rağmen. Asıl haksızlığın buradan kaynaklı olduğu gayet belli oluyor. Düşünceleri manipüle ediliyor kendi düşünceleri yokmuş gibi ne denilirse onu yapıyorlardı.  

       Girdiği oda bilgelerle doluydu. Çok şey bildikleri belli oluyordu. Fakat kendi düşünceleri yoktu sonuçta. Derin bir nefes alıp konuşmaya devam etti ne derse desin diğerleri itiraz ediyorlardı. Elini sıkmayı bırakıp sakince ayağa kalkıp kapıya doğru yürümeye başladı. Sanki dünya umurunda değilmiş gibi. Oda birden sessizleşti kapı koluna uzanınca sessizliği fark edip duraksadı. Belki de umursuyorlardı onu. Fakat kararını vermişti. Kapıyı çarpıp odayı terk etti.  

       Camdan içeri gökyüzünün pembeliği geliyordu. Cama doğru yürüyüp dışarı baktı. Şehir kocamandı. Her tarafı binadan gözüküyordu. Sonuçta ülkedeki en yüksek binadalardı. Bilgelerin binası. Düşünürlerin -en alt tabaka- yaşadığı yer sokakların arasından belli oluyordu. Sokakların en altında karanlık yerlerdelerdi. Yaktıkları mavi ışıktan belli oluyorlardı. Güneş ışığı oraya çok az giriyordu. Sanki daima geceymiş gibi. Bu güzel şehrin harikalarının altında. Daha da aşağıya bakarsak zaten bulutların gözüktüğü fark ediliyordu.  

       Sağ tarafına doğru bir ses duydu. Balinalardan geliyor olmalıydı. Camdan kendini uzatıp baktığında çok yakın olduğunu gördü. Sanki ona dokunabilecekmiş gibiydi. Göz göze geldiklerinde içini tuhaf bir his kaplamıştı. Sanki ona bir mesaj vermeye çalışıyormuş gibi. Sanki onun da olanlardan haberi varmış gibi. 

       Son bir kez arkasına bakıp çantasını sırtına takarak camdan atladı. Günün en sevdiği kısım buydu. Rüzgârı yüzünde hissetmek. Her şeye iyi geliyordu. Sanki tekrar özgürmüş gibi. Etrafındakileri umursamadan. Hiç sıkıntısı yokmuş gibi. Rüzgâr yumuşakça yanaklarını öpüyordu. İleride gördüğü ışıltıya yetişmek için kanadını uzatıp hızlandı. Yanında uçuyordu. Etrafında dönmeye başlamıştı. Sanki paniklemiş gibi. Sanki haberi varmış gibi. Kafasına takmamaya çalışıyordu. Ev dediği yere çok az kalmıştı. Fakat Hiç evdeymiş gibi hissetmiyordu. Orta seviyeden bir evi vardı. Çatıya iniş yapıp çantasını kenara koydu. Hava kararmak üzereydi. Burada hava kızarmak yerine pembeleşiyordu ta ki mor olana kadar. Yatağına uzanıp düşünmeye başladı. Bu güzel şehrin güzel manzarası karşısında. Her şeyden sorumluymuş gibi hissederek.  

      Sanki ülkeyi kurtarmak onun göreviymiş gibi. İyiliği öğretmek onun göreviymiş gibi. Çünkü eğer o da bir şeyi değiştiremezse kimse de değiştirmez gibi hissediyordu. Yarın okulu vardı. Sabahları 17 yaşında genç okuldan sonra 24 yaşında bir yetişkine dönüşüyordu. 

    Kafasını yastığına gömüp kendini ağlamamak için zor tutarak. Sanki her şey üstüne geliyormuş gibi. Sanki her şey ona karşı çıkıyormuş gibi. Fakat bu duygularını belli edemezdi. Etrafa negatif enerji saçmaya hakkı yokmuş gibi düşünüyordu. Herkes negatif enerji saçarsa nasıl daha iyi hale gelebilirlerdi ki sonuçta. Evde kimse yoktu onun dışında annesi babası onu küçükken terk etmiş. Arkadaşları ise yoktu neredeyse. İnsanlar mükemmeli sevmezler ve hemen unuturlar. Sıkılırlar ondan. Arada bir kötülüğün hatırlatılması gerek yoksa hiçbir zaman yaşantılarındaki güzellikleri fark etmezler.  

      Gözleri yavaşça kapanmaya başlamıştı. Zaten gözlerini açtığında sabah olmuştu. Alarmı yedi kere çalmış ve hayattan bıkkın bir şekilde ayağa kalktı. Her şeyi reddederek. Sanki her şey üstüne geliyormuş gibi. Artık öncekilerin kurduğu katı, adaletsiz dünyada yaşamaktan bıkmıştı. Hiç kimse de neden bu böyle diye sormuyordu da. Hiç kimsenin umurunda değilmiş gibi. Sanki her şey mükemmelmiş gibi. Her şeyden memnunlarmış gibi. Sanki kölelermiş, Kendi düşünceleri olmayan sefillermiş gibi. Düşünemediğin sürece ne olabilirisin ki zaten insanların en önemli özelliği o. işte o zaman uyurgezerlerden farkımız kalmaz.  

       Bizden önce onların var olduğu düşünülüyor. Belki de o yüzden bu şehri bulutların üstüne yapmışlardı. Akıllarını kaybetmemek için. Kontrolü kaybetmemek için. Düşünmeyi sevdiklerinden dolayı. Uyurgezerlerin yok olduğunu söylüyorlar fakat geri yere iniş yapmak yasak. İlaçların artık havadan da bulaştığı söyleniyordu.  

      Yatakta derin düşüncelerden kurtulup hazırlanmaya başladı. Sanki her şey farklı olacakmış gibi. Pes etmeden. En iyi tavırlarını edinerek. Çünkü sevgi eksikliği vardı. Sevgiye muhtaçtı. Sevgiye çok ihtiyacı vardı. Fakat belli edemezdi çünkü zayıf olduğunu düşünürlerdi.  

Fakat yaklaşık iki üç ay daha böyle gitmişti her şey. Ta ki ikinci bir ilacın bulunduğu söylenene kadar. Sonunda eski hali dönmüş gibi hissediyordu. Her şey normalmiş gibi. İnsanların çoğunun öyle olmasının nedenin ilacın şehre ulaşıp havaya karışmasıymış. Herkes bu haldeyken çalışan bilim insanları varmış. İnsanlığı kurtarmak isteyen. Bu şehrin güzelliği ve yalanlarının altında… 

  

(Visited 24 times, 1 visits today)