Duygusuzluk

Güneş, her zamanki gibi doğdu ama ışıkları artık iç ısıtmıyordu. Dünya, tanıdık görünse de ruhu kaybolmuş gibiydi. O sabah, insanlar tüm duygusal bağlarını yitirmiş olarak uyandı. Sokaklar, evler, iş yerleri… Her yer, tarif edilemez bir sessizlikle sarılmıştı. Ne bir kahkaha duyuluyor ne de gözyaşları dökülüyordu. Sevinç, öfke, özlem, heyecan—tüm duygular silinmişti. İnsanlar hâlâ konuşuyor, işlerine gidiyor, günlük rutinlerini sürdürüyorlardı ama artık hiçbir şeyin anlamı yoktu. Her hareket, sadece bir zorunluluk gibi, mekanikleşmiş bir dünyada tekrarlanıyordu.

Bir anne mutfağa girdi, çocuğu için yemek hazırladı. Çocuk sessizce tabağını aldı, kaşığını kaldırdı ve hiç tereddüt etmeden yemeğe başladı. Ne bir teşekkür ne de annesine yöneltilmiş sıcak bir bakış… Annesi de buna aldırmadı. Zaten aldıracak bir neden de kalmamıştı. Şefkat, kaygı, bağlılık—bir zamanlar insanı insan yapan tüm hisler çoktan silinmişti.

Dışarıda insanlar birbirlerinin yanından geçiyor, kimse kimseyle göz göze gelmiyordu. Bir adam, ağır adımlarla bir mağazaya girerken kapıyı bir başkasının yüzüne kapattı. Ne bir özür diledi ne de dönüp baktı. Diğeri de duraksamadı; çünkü incinmek ya da öfkelenmek gibi bir duygu artık mevcut değildi.

Televizyonda sunucular haberleri sıralıyordu. “Bugün bir köprü çöktü, yüzlerce insan hayatını kaybetti.” dediler, sanki sadece bir saat dilimi değişmiş gibi. Ne seslerinde bir titreme ne de gözlerinde bir gölge… Ölenler bir rakamdan ibaretti artık. Korku, üzüntü, merhamet… Hepsi çoktan unutulmuştu.

Hastanelerde doktorlar hastalarını tedavi ediyordu ama gözlerinde anlayışın sıcaklığı yoktu. Mahkemelerde yargıçlar kararlar veriyordu ama adaletin vicdanı kaybolmuştu. Çiftler aynı çatı altında yaşıyor, ama ne aşk vardı ne de bağlılık. Dostlar bir araya geliyor, ama sohbetleri yalnızca boş kelimelerden ibaretti. Ve bir karakolda, polis ekipleri annesi tarafından unutulmuş küçük bir kızı arıyordu—sadece protokol gereği, sadece bir dosyayı kapatmak için.

Akşam olduğunda insanlar evlerine döndü. Kimse birbirine “Günün nasıl geçti?” diye sormadı. Çünkü kimse gerçekten merak etmiyordu. Çocuklar sarılmadan uyudu, sevgililer birbirine “İyi geceler.” bile demeden yataklarına çekildi.

Duygusuz bir dünya… İlk bakışta düzenli, sorunsuz, mantıklı bir yer gibi görünüyordu. Ne tartışmalar vardı ne de kavga. Ama içten içe büyük bir boşluk her şeyi tüketmişti. O küçücük eksiklik, insanlığı insan yapan her şeydi. Sevginin sıcaklığı, merhametin hafif dokunuşu, hatıraların anlamı… Hepsi silinmiş, geriye sadece gölgeler kalmıştı. İnsanlar farkına bile varmadan en değerli hazinelerini kaybetmişlerdi: hissetme yetilerini.

Ve ertesi sabah, duygularını geri kazandıklarında insanlar bir kabustan uyanmış gibi birbirlerine sarılıp gözyaşlarına boğuldular. Çünkü duygular olmadan, hayatın sadece boş bir kabuk olduğunu o an anladılar.

(Visited 4 times, 1 visits today)