Düşünen Varlıklar

İnsanlar yaradılışlarından itibaren ihtiyaçları ve amaçları doğrultusunda dünyayı da değiştirdi. Fikirler, dinler hatta renkler bile tarih boyunca tartışıldı. İnsanların doğası üzerine düşünmeye başladığımızdan beri farklı düşünceler öne atıldı, farklı psikolojiler ve durumlar ile karşılaşıldı. “İnsanlar doğası gereği iyi midir yoksa kötü mü?”  Sorusu ortaya çıktı. Yıllar geçtikçe tabi ki insanlarda zamana ayak uydurup fikirlerini geliştirdiler, değiştirdiler.

Farklı düşünürlerin bakış açılarından bakarsak Thomas Hobbes, insanın doğasında temel kavgaların olduğunu ve doğuştan kötücül tasarlandığını düşünüyordu. Hobbes’a göre doğuştan kötücül tasarlanan insanın ilkel durumuyla şimdiki durumu arasında ise bir fark yoktu. Bunun yanında karşıt bir görüş olarak Jean Jacques Rousseau, temelde Hobbes’a katılıyor fakat insanın ilkel durumuyla şimdiki durumu arasında farkların olduğunu düşünüyordu. Çünkü Rousseau’ya göre insan ilkel durumda iyi ve eşitken daha sonradan kötücülleşmiş ve bozulmuştur. Rousseau’ya göre insan doğasının iki temel niteliği varlığını korumak ve başkasıyla duygusal anlamda ilişki kurmak ve ona acımaktır. Fakat zamanla bu ilkeler bozulmaya uğrar ve doğal olmayan bir duruma evrilir.

İnsan büyüdüğü ortama, aileye, çevresine göre şekillenir. İlk başta herkes eşit doğar sonradan ötekileştirilir. Karşıt görüşler, anlaşmazlıklar insanı kötülüğe itebilir. Eğer bir insanın elinin altında her şeyi varsa kaygı duymasına gerek yoktur, bir malını, sevdiği birini ya da kendini yaşamak için tehlikeye atması gerekmez. Bu yüzden rahattır, merhametlidir. Eğer İnsanın kendini veya sevdiğini riske atması gerekiyorsa işler karmaşıklaşır. Rousseau; herkesin eşit olduğu, ihtiyaçların giderildiği, savaş veya mücadeleye gerek duymayan toplumların, uygar toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte varlığını yitirdiğini söyler. Uygar toplumlarda zamanla sınıflandırmalar olmuş, iyi-kötü ayrımları yapılmaya başlanmış, savaş ve mücadele baş göstermiştir. Rousseau, tüm kötülüklerin sebebini eşitliğin yok olması olarak tanımlar ve bu durumu, “Yaratıcının elinden çıktığında her şey iyidir. Her şey insanların elinde bozulur,” sözleriyle açıklar. Yani insan doğası gereği iyidir fakat sonradan dış faktörlerden etkilenerek yapısını bozabilir.

Öte yandan Thomas Hobbes’ın bakış açısı, insan doğasının temelde üç kavga üzerinde şekillendiğini savunur. Rekabet, güvensizlik, şan ve şeref kazanma isteği. Birincisi; insanları kazanç için ; ikincisi, güvenlik için; üçüncüsü ise şöhret için mücadele etmeye iter ve bunun insanların doğası olduğuna inanılır. Ona göre insan doğası gereği bencil ve açgözlüdür. Yasaların, insanları düzene ve huzura sokmak için olduğunu düşünürsek ve yasaların olmadığı bir dünyaya kaosun hakim olacağını, güçlünün hep haklı ve zayıfın da hep ezilip kenara atılacağını varsayarsak insanlığın disipline edilmesine gerek olduğunu da anlayabiliriz. Neticede Hobbes’e göre, özünde bencil olan ve başkalarına, hatta hayvanlara zevk için eziyet eden bir insan, doğası gereği kötüdür. İnsan, devamlı daha fazlasını isteyecek, bu sırada çevresindekilere verdiği zararı umursamayacaktır. Nihai hedefine ulaştığında ise, kısa süren tatmin duygusu ve mutluluk yerini kısa sürede tatminsizlik ve daha fazlasını istemeye bırakacaktır.

Bana kalırsa insan doğası gereği ne kötüdür ne de iyidir. Yaptığımız seçimler, bizim doğamızı belirler, her birey kendi kişiliğini oluşturur. İnsanoğlunun iyi ya da kötü olarak doğmadığı iddia edilebilir çünkü gelişimin ilk aşamalarında birey, ona iyi ya da kötü niyet ya da amaçlar bahşeden kültürel referanslar, bilgiler ya da deneyimlerden yoksundur. İnsanı olduğu kişi yapan yaşadığı alan, toplumdur. İki filozofunda haklı oldukları birçok nokta olmasına rağmen çoğunlukla genelleme yapılmıştır, ki ben bunun bizi somut sonuçlara ulaştırabileceğini düşünmüyorum.

(Visited 58 times, 1 visits today)