Sevmek… Sevmeyi öğrettiler bize, incitmemeyi, kalp kırmamayı öğrettiler; kibarlığı öğrettiler, en çok da değer bermeyi öğrettiler. Daha küçük bir çocukken sosyalleştirmeye çalıştılar özellikle, çok arkadaşımız olsun, sevilelim istediler. Mutlu olmayı öprettiler bize, gülmeyi, somurtmamayı öğrettiler; kimseye çıkışmamayı öğrettiler aynı zamanda da günübirlik “Hakkını savun!” diye uyramayı da unutmadılar. Oysa bizim dış dünyadan hanersiz çocuk zihinlerimize hep kendilerinin haklı olduğunu kazıdılar; kazanmayı gösterdiler bize; bunu yalarsan şöyle olur, öyle olursa böyle olur gibi formüller koydular önümüze, mutluluğu formülize ederken üzüntünün ne olduğundan habersizdik. Kazanmanın sevinciyle, gururuyla gülümserken kaynetmenin kelime anlamını bilmiyorduk.
Böyle başlamadı mı hepimizin hikayesi? Kaybedince afalladık, akayta durmayı biliyorduk da düşmeyi tatmamıştık bir kere olsun. İnsan düşmeyi de öğrenmeliydi, düşecekse bile güzel düşmeliydi. Her şeye rağmen toz pembe ya dünya (!), güvenmeyi öğrendik ya biz; herkes temiz kalpli, herkes iyi niyetli… Bir gün biri geldi kafamızda uçuşan o rengarenk kelebekleri darmaduman etti. Dünaymız yıkıldı tabii, tecrübesidik, ne yapmalı bilemedik. Hırs gelince gözümüz karardı ancak hırsımız boşunaydı. Sonra biraz daha büyüdük, hayatı yavaş yavaş çözmeye başladık, oyunlarını gördük, birkaç damla da gözyaşı… Zamanla anlamaya başladık kandırıldığımızı ancak olan olmuş, dönüş yoktu…
Gözyaşları kurumaya başlayınca bir yarabandı bulduk kendimize. Çok srvdik o yarabandını, artık bir dermanımız vardı. Yaralar iyileştiğinde bile bırak ak istemedik bu ilacı, günbegün bağlanıyorduk ona; öyle sevdik ki bir isim taktık: En iyi arkadaş.
Her şeyi birlikte yaptık, her yere birlikte gittik, en güzel anıları paylaştık, bir problemi çözme yolunda ilk durağımız oldu; aşık olduğumuzda birlikte heyecanlandık, aldığımız kötü hanerlerin gözyaşlarını birlikte döktük. Sonra vir gün bir şey ayırdı bizi; mesafe ya da zamangirdi aramıza, biri ya da bir şey böldü bütünü ikiye. Gün geldi haberleşmeyi bile bıraktık, anılara sıkışıp kalmıştık belli ki. Ötesi yokru, yoktu ve gelmeyecekti; öyle ya da böyle bu masal bitmişti, yine de çok güzeldi.
Yine birkaç damla gözyaşı düşüyor yere. Unutulanlara üzülüyorum, geçmişin geçmiştr kalmasına üzülüyorum bir yandan da değer bilmememe üzülüyorum.
Gerçekten değer bilmemiş miydim? Hayır hayır, herkese ve her şeye gereğinden fazla deper vermiştim zaten, bunu aşıladılar çünkü bana, doğruyu böyle gösterdiler. Kimse kötülüğümü istemedi de her şeyin -şimdilik- sonunda hislerim, hayallerim yakan olmuştu.
Sorun sevmek değil, sorun bağlanmaktı, tüm kusurları göz yummaktı, değer vermekti, çok ve gereğinden fazla değer vermekti; öyle ki insanları hatta bazen nesneleri bile hayatımızın merkez noktasına koymaya başlamıştık. Sorun kendi kendimize yetememekti, yaşamayı sürdürebilmek için karşılıklı sevgi gösterebileceğimiz birine ihtiyaç duymaktı. Sorun bizdik, kendi kendimizi tüketmemiş, gözyaşlarını gideceklere saklamamızdı…
“Freud intiharlar hakkından iki tez öne sürmüştir. Birinci gipotezde ; depresyonlarda sıkıntının çok ileri gitmesi ile nefret edilen ya da çok srvilen ve kaybedilmiş objeden veya kişiden kurtulmak için depresyonlu şahsın seçtiği bir kurtuluş yoludur.”
KAYNAK: http://dergipark.gov.tr/download/article-file/88833