Yatakhanenin her yerinde yankılanan alarm sesiyle uyandım. Her zamanki gibi bir sabah… Yarı mekanik vücudum, dünki ağır çalışmamın etkisiyle sızlıyordu. Kalkıp bana bahşedilen küçük kapsülün içini elimden geldiğince düzenledim. Yatakhanenin ana salonuna çıktığımda, duvarlardan birini tümüyle kaplayan camdan dışarı baktım. Uçsuz bucaksız uzay manzarı, içimi tarif edilemez bir dehşet ve yüzyıllardır insanların hayallerini süsleyen merakın canlandırıcı esintileriyle doldurdu. Burada olmamın nedeni de bu merak duygusuydu zaten.
İç çektim ve arkamı dönüp kahvaltı almak üzere odada bulunan sipariş cihazına gittim. Yemeklerin hiçbirinin fiyatı yazmıyordu. Neticesinde herkes yemek yemek zorunda olduğu ve para doğrudan maaşımızdan kesildiği için şirket fiyat belirtmeyi gereksiz görüyordu. Omlet ve bir meyve tabağı almaya karar verdim. Siparişimi sisteme girmemden yaklaşık beş saniye sonra alttaki bölmede yemeğim belirdi. Gülümsedim. Uzay istasyonunun işleyiş hızına bir türlü alışamamıştım. Yemeğimi yedikten sonra çalıştığım bölüme olan yolculuğuma başladım. Öncelikle istasyon içi trene binecek, daha sonra kendi bölümüme kısa bir yürüyüş yapacaktım. Trene binip yola çıktım. Ama yolculuğumuzun ortasında çok beklenmedik bir şey oldu. Tren aniden durdu. Hoparlörlerden tüylerimi ürperten bir anons yapıldı: “Son 12 saat içerisinde meyve tüketmiş olan herkesin ana ofise gelmesi gerekmektedir. İyi günler dileriz.”. Ne yapacaktım? Bu iyiye işaret olamazdı, meyvelerde parazit bulunmuş olabilirdi. Bu benzeri görülmemiş bir durum değildi. İstesem de yalan söyleyemezdim, YZYTS (Yapay Zeka Yalan Tespit Sistemi) ile anında anlarlar ve işten atılırdım. Ne yazık ki uzayın ortasında olunca atılmak pek de ideal değil.
Her ne kadar korksam da ana ofise gittim. Orada beni bölüm müdürümüz karşıladı. “Demek sen de meyve yedin?” sesi soğuk, empatiden büsbütün uzaktı. Yalan söylemeyi her şeyden çok istedim. Ama YZYTS’yi geçebilsem bile aldıklarımızın hepsi şirket kayıtlarında vardı. “Evet, efendim. Sakıncası yoksa bunun nasıl bir sorun teşkil ettiğini sorabilir miyim acaba?” soğukkanlılığımı koruma çabamın sesime yansımadığı umut ediyordum. “Şirketimizin hali son zamanlarda eskisi kadar iyi değil. Yöneticilerimiz durumu idare etmek adına bazı çalışanların sözleşmelerini sonlandırmaya karar verdi. Bunu yapmak için de meyve yiyenleri seçmek adil bir yöntem olarak görüldü. En yakın beşerileştirilmiş gezegene indirileceksiniz. O zamana kadar gidip kişisel eşyalarınızı toplayabilirsiniz. Bundan önce bu belgeyi imzalamanız lazım.” bana bir belge uzattı. Bunu imzalamak istemiyordum. Evimden yüz binlerce kilometre uzaktaki bir gezegene bırakılmak istemiyordum. Ama bu durumda benim söz hakkım yoktu. İşe girerken imzaladığım sözleşmeyle bu tür olayların olabileceğini çoktan kabul etmiştim. Bir kumar oynamış ve kaybetmiştim.
İç çekip yatakhaneme döndüm. Kapsülüme girip eşyalarımı topladım. Pek bir şeyim de yoktu zaten. Tam ortak odaya çıkmıştım ki karşıma küçük bir kız çıktı. Bu, samimi olduğum iş arkadaşlarımdan birinin kızıydı, beni çok sever, ona Dünya’yla ilgili anlattığım hikayeleri büyük bir ilgi ve zevkle dinlerdi. “Gidiyor musun?” diye sordu bana, gözünde yaşlarla. Ona her şeyin iyi olacağını söylemeyi çok istedim. Ama yeni yasalarla herhangi bir yerinde yalan söylemek katiyen yasaktı. “Evet”. Söyleyebildiğim tek şey buydu. Arkama bakmadan hızla oradan ayrıldım.
Birkaç kişiyle birlikte hiç tanımadığım gezegene indirildiğimde biraz şaşırmıştım. Bizi bıraktıkları yer adeta yasadışı bir pazar gibiydi. Çevredeki kişilerin tehlikeli olabileceğini düşünürken iç güdülerimi kanıtlamak istercesine orta yaşlı, pis görünüşlü bir adam bize yaklaştı. “Siz şu şirketten atılan zavallılar değil misiniz?”. Doğruyu söylemek zorunda kaldık. Adam bize dalga geçercesine bakıp “ Benimle gelirseniz iyi edersiniz, sizin gibi işsizler bizim buralarda iyi karşılanmaz.”. Adamı takip ederken her birimiz hayatımızın bir daha asla aynı olmayacağını biliyorduk.