Kendimi bildim bileli bir laboratuvarın dört duvarı arasında her gün maruz kalmak zorunda olduğum acımasız deneylerin biteceği günü bekliyorum. Bilirsiniz belki, insanlar normal durumlarda ait oldukları çevreden uzaklaşınca o çevreye özlem duyarlar. Hatırladığım kadarıyla bu his, biri “ev” deyince kalbimi ve tüm uzuvlarımı sarsıcı bir şekilde titreten tek his. Bunu fark ettiğim günden beri elime geçen her fırsatta arasına sıkıştığım bu beyaz duvarların ardına ulaşan yolu arıyorum. Lakin o yolu bulmayı bırakın, nereden başladığını bile çözebilmiş değilim.
Yaşadığım (eğer türlü türlü deneylerde canım için çırpınmak yaşamak olarak sayılırsa) laboratuvarda kaldığım oda, 8 katlı olan kutu gibi binanın diğer odalarından pek farklı sayılmaz. Onca yıl küçük bir hayvan kafesinde uyumak zorunda bırakıldıktan sonra, insan boyutunda bir kafes bulamadıklarından sıradan tek kişilik bir yatak vermeyi kabul etmişlerdi. Odamın en köşesinde tamamı bir demir parçasından yapılmış aslında pekte yatağı andırmayan bir yatak, yanında eskiden içinde kıvrılıp uyumak zorunda kaldığım kafes duruyordu. Oda çokta büyük olmadığından içinde bu iki eşya dışında bir masa ve sandalyeden başka bir şey yoktu. Odada hiç cam olmamasına rağmen zaman zaman gözümü kamaştıran bir ışık huzmesi dikkatimi çekerdi. Ne zaman bu ak rengi, boğucu mezardan içeri sızan ışık huzmesinin peşine takılsam her seferinde özgürlüğe olan özlemim devasa, demir bir kapıya tosluyordu. Adeta çözülmesine fırsat verilmemiş bir labirentten kaçmaya çalışan zavallı bir fareye dönüştürülmüştüm.
.
İlginç bir şekilde hasarsız geçen günün ardından, binadaki tek nazik insan olan hemşirem (hayatımı borçlu olduğum kadın), kolumdaki morlukları ve delikleri örten soluk beyaz bandajları sabitliyordu. Aynı dili konuşmadığımız için hiçbir zaman tamamıyla iletişime geçememiş olsak dahi bana her zaman elinden geldiğince yardımcı olmuştur. Yatak dediğim metale sırtımı yaslamaya hazırlanırken bandajlardan sonra üstümü giymeme yardım edip odamın kapısını hafifçe aralık bırakarak minik adımlarla bulunduğum yerden uzaklaşan hemşirenin adımlarını dinledim. Normalde kapıyı hiç aralık bırakmazdı veya bugün özel bir gündü. Yavaşça doğrulup kapıya doğru ilerledim. Bugün de çıkması imkânsız olan bu labirentten kaçma girişimde bulunmalı mıydım?
Orada kalmak için hiçbir sebebim yoktu. Ancak oradan çıkınca beni ne beklediği hakkında da en ufak bir fikrim yoktu. Bu iki düşünce arasında kürek çekerken seçmem gereken yol adına almam gereken işaret gözüme ilişti. Kan damlatılmış ışık huzmesi tam avcumun içinde sonlanıyordu. O huzmeye canımı kurtarırmışçasına tutunup ilerlemeye başladım. Bu son şansımdı, derinlerde bir yerde hissediyordum. Şansıma ilerlediğim koridorda kimse yoktu, sanki kimse sonunda bulduğum yolda karşıma çıkmak istemiyormuş gibi. Işık demir kapıda bitiyordu. Gözlerimi kapatıp ellerimi ileri ittim, girilmez yazan demir kapıyı ardına kadar açmış bulundum.