Soğuk ve ayazlı bir Ankara sabahına uyanmıştım. Ne kadar soğuk olduğunu ancak dışarı çıkınca anladım. Kuru bir soğuk yüzümün adeta buz kesmesine neden oluyordu fakat ben gene de bere ve boyunluk almayı reddetmiştim. Metroya doğru yürürken karışık çalma listem kulağımda çalıyordu. Ne tesadüftür ki tam da rusça bir şarkı çalmaktaydı: sanki iklime ayak uydurmuş gibi… Etrafıma baktığımda gördüğüm tek şey gri ve tonlarındaki binalar, ofisler, okullar, dükkanlar… Açıkçası içime derin bir keder çöktü. Acaba geçmişte nasıldı?
Birden kendimi bir çayırın ortasında buldum. Hafifçe tepeler vardı burada ve her biri yemyeşil donatılmıştı, tabii ki bazı yerlerde çiçekler ve böcekler. Aniden bu boş arazideki tepelerin ardında bir duman gördüm. Tepeye çıktım ve gördüğüm şey inanılmazdı. Komik giyinmiş birkaç insan ateşin etrafında dolanıyordu. Ne oluyordu acaba hayal mi görüyordum aldığım ilaçlardan? İnsanlardan biri ile göz göze gelince birden “rüya” kesildi.
Yolun ortasında, arabaların ve kornalarının arasında buldum kendimi. Hemen yoldan çekildim ve gözlerimi ovuşturdum, ne de olsa düş görmüş olmalıydım. Metro durağına girdiğimde muazzam bir kalabalıkla karşılaştım. Herkes bir şeylerle uğraşıyordu: bebekler ve anneler, telefon görüşmesi yapan beyaz yakalılar, sohbet eden öğrenciler ve müzik dinleyen sabah kuşları. Kapılar açıldığında bir yığın insan içeri daldı, ben de dahil. Anında bir sıcaklık dalgası oluştu ve birkaç dakika sonra bir koku… Artık dayanamayıp gözlerimi kapadım. Keşke taşıtlar bu kadar zor olmasaydı. Acaba geçmişte nasıldı?
Yine bozkıra gelmiştim. Tam etrafıma bakınıyordum ki birden yanımdan beni sarsan bir rüzgar geçti. Arkamı döndüğümde ise bir sürü atlı bana doğru geliyordu. Bir tanesi yanımda durup beni ata bindirdi, nedense karşı koyamamıştım. Kendimi özgür bir ruh gibi hissettim, rüzgar nereye ben oraya, at nereye ben oraya… Yere bakarken zamana takıldım ve ne kadar güzel ve huzurlu geçtiğini düşünüp durdum. Atlar bir tepeyi geçince yavaşladılar. Karşıda kerpiçten birkaç ev, birtakım çadırlar ve bir buğday tarlası vardı. Tarladan bir çocuk başını kaldırdı ve onunla göz göze geldim.
Gözlerimi açtım ve görme duyumla beraber koku duyum da çalıştı maalesef. İğrenç bir koku ve gürültü beni karşıladı güzel düşümden sonra. Metrodan indiğimde kendimi okul sıralarında buldum. Felsefe dersini kim sabahın körüne koyar ki? Sokrates’i anlatıyordu öğretmen. Aristo ve Eflatun daha sonrasında… Yunanlar ve altın çağlarıymış… İyice uykum geldi ve başımı sıraya koydum. Adeta beynim erimişti felsefe yüzünden. Acaba geçmişte nasıldı?
Koskoca bir yapıyla karşılaştım. Beyaz mermerden yapılmış devasa bir tapınak gibiydi. Etrafıma bakındığımda ise beyaz veya kırmızı kıyafetler giymiş insanlar gördüm. Kırmızılılarda tarih dersinde öğrendiğimiz Atina devletinin sembolü vardı. Birden bir ses duydum ve beni kendine çekti. Sakallı ve yaşlı bir adam vaaz veriyordu. Yunancaydı fakat birkaç kelimeyi yakalamıştım: atom, Sparta… Sanki derste dinlediğimi öğretmenden değilde aksakallı birinden dinliyordum. Adam birden bana dönüp ismimi söylemeye başladı. Gittikçe sesinin yüksekliği artıyordu ve artıyordu ve artıyordu…
“Sarp!” diye bağırdı felsefe öğretmenim, “Git yüzünü yıka gel, çabuk!”. Kalktım ve tuvalete yöneldim. Aynada önce bir kendime baktım. Mosmor göz altlarımı, yaşıma rağmen oluşan alnımdaki kırışıklıkları ve saçımdaki tek beyaz teli fark ettim. Okul gerçekten beni sıkıyordu ve ben artık bıkmıştım öğretmenlerin baskısından, derslerin zorluğundan ve sınavların stresinden. Acaba geçmişte nasıldı?
Kendimi kum üstünde cehennem sıcağında buldum. Etrafıma baktığımda ise tahta direklere kılçla, evet gerçek bir kılçla, vuran delikanlılar gördüm. Fransızcaya benzeyen bir dille konuşan bir kişi bağırdığı zaman, hepsi bir hareketler bütününü gerçekleştiriyordu. Savurma, saplama, üstten indirme… Omzumdan biri beni dürttü ve bana bağırmaya başladı, herkes bana bakıyordu. Refleks olarak elimdeki kılıcı kaldırdım ve cılız kollarımla yaptıkları hareketleri yapmaya çalıştım. Herkes gülmeye başlamıştı. Eğitmen bana döndü ve tam tokadını kaldırmıştı ki her yer karardı.
Yeniden tuvaletteydim. Aynanın karşısında bakakalmıştım. Bu sefer şimdi, dünden daha iyi gelmişti. Daha az yorucuydu en azından. Hemen sınıfa gittim fakat kimse orada değildi. Dışarı baktığımda ise hiçbir şeyi yerinde göremedim. Teneffüs olmuştu herhalde. Saatime baktım ve saatin 5 dakika ileri , tarihin ise yıllar sonrası olduğunu gördüm. Nasıl olmuştu da saatim bozulmuştu? Sınıfa girdim ve pencereden dışarı baktım. Basketbol sahasında koskocaman bir delik vardı ve camlar çatlaktı. Yavaşça sınıftan çıkıp aşağı kata indim. Orada gördüklerime ise inanamadım. Bir grup koruyucu kıyafetli insan, normal sıralarda oturmuş, bir varilin içinde yanan ateşin eşliğinde ders dinliyordu. Sanki geçmiştekiler ve bugünün özellikleri birleşmişti… Her tarafı yeşiller kaplamıştı. Adeta sarmaşıklar ve beton birbirleriyle savaşıyordu. Etrafta korkunç bir hava vardı. Herkes ölü gibiydi ama ruhları bedenlerindeydi hala. Birden bir şimşek edasıyla kafama çaktı: yoksa bu sefer geçmişi değilde geleceği mi görüyordum? Aynı şimşeğin ışığıyla birden ortam değişti.
Felsefe sınıfının kapısını tıklatıp içeri girdim. Öğretmenin kafa sallamasıyla yerime geçip oturdum ve derse kulak verdim. “Çocuklar geçmiş mi daha önemlidir, gelecek mi, bugün mü?” Birkaç farklı ses yükseldi, çoğu kişi seçeneklerden birini seçmişti. Bir anda aklıma bir şey geldi. “Hepsi birbirinden önemlidir hocam. Ne de olsa geçmişimiz bizim kimliğimizdir, ne yaptık ne ettik geçmişimizdir. Herkes herkesin geçmişini az çok bilir. Düşüncelerimiz, hayallerimiz ve bir insanın kendisi bugündür, ancak birey bilir kendisini bu dönemde. Gelecek ise belirsizdir ama asla korkutucu değil. Gelecek, insana umut verir. Geçmişteki yanlışlarından arındırır insanı, ve bugünkü düşlerini besler. Her biri bağlantılıdır ve birbirini destekler. İnsanın ruhu geçmişinden, bugününden ve geleceğinden beslenir. Sizce hocam, hangisi daha önemlidir?”