“Hey, hey! Uyan dostum, iyi misin?” Bir ses bu cümleyle beni sarsarak uyandırdığında çalışma odamda yerde baygın bir şekilde yatıyordum. Gözlerimi hafifçe aralamaya çalıştım; dağınık saçlı, kumral tenli bir genç omuzlarımdan sarsmaya devam ediyordu beni. Gözlerimi tamamen açana ve doğrulup oturana kadar da sarsmayı ve nasıl olduğumu sormayı bırakmadı. En sonunda kendime geldiğimde etrafa baktım. Odada yoğun bir sis vardı, birkaç saattir baygın olmalıydım, güneş batıyordu. Ayağa kalkıp odada telaşla gezinmeye başladım. En sonunda aradığımı buldum. Rahatlamıştım.
Genç adam bana ve elimdeki üzerinden beyaz dumanlar çıkan tepsiye bakıyordu şaşkınca. Ona elimdekinin ne olduğunu söylemedim, o da bana sormadı zaten. Endişeli bir şekilde oturdu ve izlemeye başladı. Üstüm, başım perişan haldeydi. Uzun kollu tişörtümün önünde yırtıklar vardı, belimden bağladığım kahverengi önlük ise neredeyse griye dönmüştü. Elimdeki tepsinin üstündeki kapağı açıp içini kontrol ettim. Hala yoğun bir duman çıkıyordu. Genç oğlan kapağı açınca gördüğü manzara karşısında şoka uğramıştı. Paniğe kapılıp yaklaştı. O görmeden kapağı kapatıp tepsiyi dolaba koydum.
Bundan on saat kadar önce evimin dışındaki kırsal alanda elime eldivenlerimi giymiş, sol elimde makas sağ elimde bir sepetle listemdeki son malzemeleri arıyordum. Geriye bir tek tuzlu meşe yaprağı özü karışımı bir de asıl önemli olan, genç bir insan tüyü kalmıştı. Meşe yaprağını bulup karışımı yapabilirdim, beni kaygılandıran bir tel saç bulmaktı. Kendi saçımı kullanamazdım, otuzlu yaşlarıma geliyordum. Hala heyecanı ve duygularını üst düzeyde yaşayan, hayat neşesi yerinde genç bir kanın saç teline ihtiyacım vardı.
Akşama kadar kırsal alanda dolandım, güneş batmaya yakınken ağaçların olduğu bölgeye geldim. Bir meşe ağacından iki üç yaprak koparıp listemde meşe yaprağının üstünü çizdim.
Eve vardığımda heyecanlıydım, işim bitmek üzereydi. Meşe yaprağını bir havana koyup ezmeye başladım, suyu çıktığında birkaç damla seyreltilmiş su ve listedeki diğer malzemelerden ekleyip özü hazırladım. Bir tepsi aldım, en alta birkaç okaliptüs yaprağı koydum ve karışımı yaprakların üzerine yaymadan önce soğuması için tezgahın üstüne koydum.
Birkaç saat daha geçtikten sonra yeterince soğuduğunu düşünüp karıştırdım. Karışım baldan bir tık daha yoğundu. Sıvımsı karışımı tepsinin üzerindeki yaprağa yaydım. Ellerimi yıkayacağım sırada ayağım halıya takıldı, düşmemek için tezgaha tutunduğum sırada da birkaç kavanoz üst üste devrildi. Büyük bir beyaz duman odayı kaplarken gözlerimi kapadığımı hatırlıyorum.
Şimdi yeniden odada karşımda duran gence baktım. Neler olduğunu hatırlamıştım. Enerjik ve deli dolu bir genç gibi görünüyordu. Adını, nereden geldiğini sordum. Buraya çok da uzak olmayan bir yerleşim yerinden gelmiş, biraz ötedeki kasabaya giderken evimden çıkan beyaz dumanları görüp içeri dalmış. Kararımı vermiştim, gencin arkasına yaklaşıp bir tutam saç kopardım kafasından. Ufak bir inleme sesi çıkardı. Şoka uğramıştı. Üstüme doğru yürümeye başladığında ona hemen olayları anlatmaya başladım. En sonunda biraz sakinledi. “Saç telimi arkamdan gelip koparmak yerine benden de isteyebilirdin.” dediğinde savunacak bir şeyim olmadığını anlayıp özür diledim.
Saçı aldım yaprakların üzerindeki karışımın üstüne serpip kapağı tekrar hızlıca kapattım. Bu sefer sarımsı bir duman kapladı havayı. Daha doğrusu genç adamın saç tenine yakın bir tonda.
Olmuştu, ölümsüzlüğü sağlayacak karışımı bulmuştum sonunda.