Ergenlik, her insanın yaşadığı bir süreçtir. Bu süreçte, fiziksel görünümümüz ve kişiliğimizle ilgili değişimler gözlenir. Ben şu an, kişilik değişimi konusu ile ilgili konuşmak istiyorum.
Eminim pek çoğumuz “İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur.” atasözünü duymuştur. Ancak herkes bu atasözünün anlamını bilmiyor olabilir, o yüzden anlamını da söyleyeyim. Bu atasözü, bir kişi kendisine bir huy edindikten sonra artık söz konusu huyundan vazgeçemez anlamına gelir.
Ancak dikkatinizi çekerim, “yedisinde” diyor “doğduğunda” değil. Yani herhangi birimiz bu dünyaya gelir gelmez genleri aracılığıyla ölene dek, istemsizce, atalarından aktarılan davranışları sergilemiyor. Kendi özgür, hür iradesiyle ve yaptığı seçimler yoluyla özgün kişiliğini oluşturuyor. Bu durum ise o kişinin sık sık tanıklık ettiği olaylara ve çevresindeki kişilere bağlı olarak şekilleniyor. Öte yandan bu seçim süreci, öyle bir anda gerçekleşen ve tamamlanan bir şey değildir, işte her şeyin en etkin olduğu döneme biz “ergenlik” diyoruz.
Mesela çoçukken ağzınızda bakla ıslanmaz fakat büyüyünce sır küpü oluverirsiniz veya küçükken aklınızdakileri hiç düşünmeden bir anda söylersiniz lâkin büyüyünce empati duygunuz güçlenir ve daha düşünceli bir şekilde aklınızdakileri ifade edersiniz.
Peki zekanızda nasıl bir değişim olur bu ergenlik döneminde? Bu soruya cevap ararken öncelikle zeka ile akıl arasındaki farkı bilmek gerekir. Doğuştan gelen akıl; sonradan geliştirilebilen ise zekadır. Bu noktada merak edilebilir, “Zeka nasıl gelişir?” Zeka her şeyle gelişir. En ufacık bir bilgiyi dâhi hafızamız sayesinde aklımızda tuttuğumuzda ve aklımıza kazıdığımızda zekamız gelişir. Unutmayın, öğrenmenin yaşı yoktur. Yani ille de atomu parçalamamız, sınırlarımızı zorlamamız gerekmiyor zekamızı kullandığımızı göstermek için.
Yine herkesin bildiği bir örnek üzerinden ilerleyelim, “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” sorusu meşhurdur. Genellikle bu sorunun cevabı “çok gezen” şeklindedir. “Madem gezen daha çok bilir, o zaman niye okula gidiyoruz biz?” diyebiliriz. Bu düşünceye hak veriyorum ama bir de bu cevabın nedenini söyleyelim.
Gezerken, bizzat o ana tanıklık ederiz. Ancak okurken o duyguyu çok yaşayamayız. Kimisi için okuduğu bilgi betimleme yapabilmesine yetmiyor, kimisi ise o edindiği bilgiyi unutuyor. İnsanlar soyutluğa değil somutluğa ihtiyaç duyuyorlar. Yani hayali değil, gerçeği karşılarında görmeyi tercih ediyorlar. Bazen deriz ya, “Anlatılmaz yaşanır.” Aynen bu durum da öyle. Aslında her şey görsel hafızamızın bize oynadığı bir oyundan ibarettir. Beynimizde görsel becerilerimiz, soyut becerilerimizin önüne geçiverirler ve hayal ettiğimizi değil bizzat gördüklerimizi daha iyi hatırlar ve aktarırız.
Neticede birey olarak belirli genetik özellikler ve eğilimlerle doğarız ama bizi biz yapan, doğumdan itibaren gördüklerimiz, yaşadıklarımız ve tecrübelerimizdir. Örneğin, dünyanın en zeki insanının Afrika’da geri kalmış bir kabilenin üyesi olarak doğduğunu düşünelim. Çevre şartları değişmedikçe bu kişinin iyi bir eğitim alması, belli bir kariyer sahibi olması örneğin büyük bir mucit ya da doktor olması mümkün değildir. Belki çok büyük bir avcı olabilir ama sadece kendi kabilesinin tanıdığı ve sevdiği çok iyi bir avcı, hepsi o kadar. Öyleyse son söz şunu söyleyebiliriz: Hayat bize sunulan fırsatlardan ibarettir ve bu fırsatlar sadece doğmuş olmamızla sınırlı değildir. Önümüzde koca bir yaşam var ve bu fırsatlarla kendimizi geliştirmekten çekinmeyelim.