Başıma bunların geleceğini bilseydim ‘Issız bir adaya düştüğünüzde yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu?’ diye sorulduğunda uzun uzun düşünürdüm. Nereden bilebilirdim? En iyisi size birkaç gün öncesinden anlatmaya başlayayım. İnternet sitelerinde size çıkan bedava tatillere güvenmeyin. En azından detaylara kadar araştırın. Yani ben olmayın.
Hayatındaki en büyük başarılardan biri kağıttan uçağı en uzağa atma yarışmasında birinci olmak olan biri olarak bu tatili kazanmak beni zafer sarhoşu etti. Tabii ki de ekranda çıkan o kocaman kabul ediyorum butonuna basmak tatmin edici bir şey. Ardından sizin kapınıza
gelen uçak biletleri… Türkiye’den Pasifik okyanusunun merkezinde bulunan Phoenix Adası’na sadece gidiş-geliş için olan özel bir uçaktan rahat bir uçuş… Sonra? İşte sorun oradaydı. Kızgın kumlar, sonsuzluğa uzanan mavi bir deniz, sadece bakınca bile içinde kaybolduğum bir orman ve dolandırılmış ben… Açıkçası gerçekten başka bir şey göremiyorum. Buradaki ikinci saatime yeni giriş yaptım ama sanki haftalardır burdaymışım gibi her yerim ormandan gelen devasa sivrisinek ısırıklarıyla dolu.
En başta sorduğum soruya geri döndüğümüzde benim cevabım bir tatil gömleği, üstünde hindistancevizleri ve kokteyller olanlardan, ve hayatım boyunca yanımda olan astım ilacım, sinyal alamayan eski telefonum olmazdı. Bavulumu daha dikkatli hazırlamalıydım. İlk olarak yanıma bir kitap alırdım. Zamanımı geçirsin ve beni yeni dünyalara sürüklesin diye. Yemeklerle ve sularla dolu bir kolide alırdım yanıma. Son olarak bir işaret fişeği. Bu ıssız adada beni bulabilsinler diye.
Saat 16.58 oldu. Buraya geldiğim zamanın üzerinden tam altı saat yirmi
dört dakika geçmişti. En azından üç günlük bir gezi olacağı için belki günün sonunda gelirler diye tüm umudumu daha yitirmemiştim. Buraya geldiğimden beri beni dinleyen ,en azından ben öyle hissediyordum, tek canlı dikkat etmeseydim üzerine basacağım minicik bir yengeçti. Hiç kimsenin olmadığı bu küçük ve ıssız adada geçirdiğim altı saatte iletişimin, sosyalleşmenin kişisel bir ihtiyaç olduğunu anlamıştım. Ama biraz yalnızlık ve düşüncelerinle baş başa kalmanın da iyi
geldiğini inkâr edemem. Bu küçük ada az da olsa bana bir şeyler öğretmişti. Günlerim yavaş ve sıkıcı bir şekilde geçti. Yengeçle havadan sudan konuştuk. O da tatildeymiş desem inanır mısınız?
Adadaki üçüncü günümde akşam saat 8.30 sularında adadaki sessizlik rahatsız edici derecede yüksek bir uğultu ile bölündü. Havada süzülen cismin ne olduğunu anlamam, dumanı anımsatan bulutlar ve zifiri karanlık yüzünden uzun sürdü. ‘’Gelen şey… Gelen şey bir uçak!’’ dedim yengece oturduğum yosunlu taşın üzerinden. Ayakkabılarımı ormanda kaybettiğim için ayaklarım sabah güneşi yüzünden hala kızgın olan kumlarla yanarken tüm gücümle koşuyorum, belki de topallıyorum ama umrumda değil. O uçağa yetişmem lazım.
Uçağın indiği yeri görebiliyorum, bağırmak için ağzımı açtım ama tiz bir ses benden önce davrandı: ‘’Kuzey Bey, tatiliniz nasıl geçti?’’ Bunu söylerken zaman içinde uzamış olan sakalıma ve darmadağın saçlarıma bakıyordu. Yumruğumu sıktım. İçimden adamın üstüne atılıp bana son üç gündür yaşadığım şeylere hesap vermesi için bağırmak geldi. Bunları yapmak için çok yorgun olduğumdan şanslı sayılır. ‘’Otelinizde bir sorun mu vardı?’’ Benimle dalga geçiyor olmalı! İşte tam o sırada parmağıyla gösterdiği yeri gördüm. Küçük, sıradan bir otel. Adanın diğer ucunda…