İnsan, sosyal bir varlık olarak değerlendirilmektedir günümüz toplumunda. Bu sosyal varlığın diğerleriyle birlikte olma isteği genelde başkalarına muhtaç olmasıyla karıştırılmaktadır maalesef. Mutualizm denen yaşam biçimi insanlarda var olmamakla birlikte “sosyal varlık” terimi altına sığdırılabilecek bir kavram da değildir. İnsan, tek başına gelir bu dünyaya, ve tek başına da gidecektir kimsesi olmadan. Bu nedenle, başkasına ihtiyaç duyma eylemi de söz konusu olmamalıdır bir bakıma.
Bu mutualist olmayan yaşamında insan, kendi olmayı bilmelidir. Başkalarına özenmekle kendini o başkası yapmak arasındaki fikrin ayırdına varabilmelidir. Her insan özel ve tektir bu dünyada. Kimsenin bir diğerine benzemesi tartışma konusu bile olmamalıdır.
Kendi fikirleri ve hayallerinden uzaklaşan varlık, benliğini çoktan kaybetmiş demektir. Çünkü kendi fikirlerimiz bizi biz yapan ana elementlerden biridir: bir olaya karşı bakış açımız, yaşanan bir hadisede verdiğimiz tepkiler, kendimizi ifade edebilme yeteneğimiz, bizin üzen şeyler, mutlu olduğumuz olaylar, bir durumda hissettiğimiz duygular, bu dünyada kabul edebildiklerimiz veya kabul edemediklerimiz… Hayallerimiz ise tüm bu davranışların ileride vücut bulacağı yerdir aslında. Düşüncelerimiz doğrultusunda ortaya çıkan bu hayaller, kendi tepkilerimiz dolayısıyla da şekillenir. Örneğin küçüklükte mutlu olduğumuz anıların içinden ilerideki mesleğimiz belirir. Ya da oyun oynarken büründüğümüz roller bizi gelecekteki kendimize hazırlar. Bebeklikten bizde travmatik etki bırakmış bir olay, karakterimizin büyük bir kısmında söz sahibi olur. Bu nedenle, tüm bunları reddedip başka birisine benzemeye çalışmak hayatta yapıp yapabileceğimiz en kötü karardır. Bu reddediş, anılarımızın bir reddedişidir aynı zamanda. Geçmişte yaşanmış her şeyin üstüne bir çizik atma cesareti de bir nevi aptal cesaretidir.
İnsanın kendinden uzaklaşması, içinde bulunduğu ilişkiden de kaynaklanabilir. İlişkide olmazsa olmaz dediğimiz beklentilerimiz için partnerimizi değiştirmek başkasının bizden bir değişim beklemesi kadar aptalcadır. Örneğin, karşıdaki kişinin bir hareketinden rahatsız olduğumuzda bunu tamamen değiştirmesini beklemek bencilcedir. Bu davranış o kişinin bir dışa yansımasıdır ve değiştiği takdirde o kişi bir daha aynısı olmayacaktır. Manipülasyon ise daha zor anlaşılmaktadır maalesef. İçten kaleyi fethetmek gibidir manipüle etmek bir insanı. Bu insan, en sonunda tamamen başka biri olduğunda ve geride bıraktıklarıyla yüzleşmek zorunda kaldığında anlar nelere maruz kaldığını. Küçük ve uzun zamanlı değişimler bu nedenle daha da tehlikelidir.
Başka bir değişim örneği ise okullarda bulunan sistem ve öğretmenlerin öğrencilere uyguladığı baskının ta kendisidir. Dünyanın şartlarına bakarak “az para getiren” bir mesleğe sahip olmak isteyen bir öğrenciyi mühendislik veya doktorluk için ikna etmeye çalışan eğitimcilerin fark etmeden yaptıkları bu baskı, öğrencinin tüm hayatını etkilemekle birlikte gelecekte bürüneceği kişinin temellerini atmasına mani olur. Başka bir hayat yolu çıkar önüne, hiç istemeyeceği bir hayat…
Sonuç olarak sosyal varlık olmak insanı besleyebileceği gibi hiç beklemediği sonuçlar da yaşatabilir ona. Önemli olan iç dünyamızda kendimizi tanıyabilmek ve emin olabilmektir. Bu aşamadan sonra her şey daha kolay ve güzel olacaktır aslında. Çünkü insan kendini kabul edip sevdiği an başkalarını da sevebileceği bir alan açabilir kalbinde. Kalbinin derinliklerindeki o cevheri korumak gerekir ne pahasına olursa olsun. Çünkü o odacıktaki herkes bir gün gidebilir fakat o cevher her zaman kişiyle kalacaktır.