Bir şeyi çok istediğinizde gerçekleşeceğini düşündüğünüz zamanlar hiç oldu mu? Genellikle icraat varsa yemek vardır derler. Ancak kimi zaman bazı şeyleri eylemle değil düşünceleriyle de kontrol edebilenler olduğunu da biliyoruz. Maddeler üzerinde düşünce gücüyle etki yapma olarak niteleyebileceğimiz bu duruma telekinezi deniyor. Telekinezinin toplum içinde örnekleri pek görülmez lakin görülse bile teşhisi konulamaz. Gördüğümüz bir olağanı telekinezi ya da büyü deyip bir kenara fırlatmak kolay tabii… Ama beynimiz bunu anlayacak kapasiteye sahip mi? Ne yazık ki beynimiz önceden görmediğimiz bir şeyi adlandırmakta zorluk çeker telekinezi ve münnecimlik ise gerçekleşmesi mümkün olmayan nicelikler olarak sayıldıkları için belki de günlük hayatta gerçekleşiyor böyle şeyler ama idrak edemiyoruz.
Einstein’in çekim yasası ise bunun tam tersini iddia ediyor. Çekim yasasına göre evren düşüncelere karşılık verir; aynı bir esnek top gibi duvara fırlatıldığında geri seker. Yani ne dilerseniz onu bulursunuz. Bu yasaya inanmak tabi ki vicdanen daha çok işimize gelir. Sonuçta istemekte ne vardı ki? Ama bunun yanı sıra bu yasaya inanmak tehlike de yaratıyor. Çünkü Murphy Kanunu’na göre isteklerimiz ve evrenin bize buyurdukları ters orantılıdır. Ne kadar çok dilerseniz o kadar beteriyle karşılaşırsınız. Bu kanun insanı meçhule sokuyor değil mi? Ama kaygılanmanızı gerektiren bir durum yok. Aynı zamanda Descartes’ in ünlü sözünü de hatırlayalım hemen: “Düşünüyorum öyleyse varım” der ki siz de nasıl düşünürseniz veyahut inanırsanız öyle olursunuz. Yani dolaylı olarak aslında bu cümle de Einstein’ın yasasını destekler. “Neye inanırsanız öyle olursunuz”! Einstein’ın yasasından tek farkı ise ana fikir olarak inanmaya odaklanmasıdır. Lakin Einstein bize demişti ki: “Neyi ya da nasıl değil, ne kadar çok isterseniz o kadar bolluğa kavuşursunuz.”
İster inanalım, ister inanmayalım ama sonuçta beynimizin idrak etmekte güçlük çektiği her şeyi biyoenerjiye bağlarız. Bir şeyleri bir müddet sonra kendi eylemlerimizle değiştiremeyeceğimiz kanaatine vardığımızda tek umut nöronsal sinyallere kalır. Ama bazen isteklerimiz tam tersi sonuç verebilir. Durum bu surette gerçekleşince de istediğimiz miktarla gerçekleşme olasılığının ters orantılı olması kaçınılmaz bir durum haline gelir. Tam olarak kesin bir şeyin konuşulması mümkün değil ama ben kendi deneyimlerimden örnek verecek olsam derdim ki, “Ben neyi ne kadar seversem ya da bitmesini istemesem, bunları düşünmeden edemeyen bir yapıya sahibim. Aynı zamanda imkânsızla, imkânlı olan şeylerin arasına bir barikat kurmayı da bilirim.” İmkansızdan kasıt olarak da insani yetilerin üstünde bir güçten bahsetmiyorum. Hani vardır ya kişiden kişiye değişen imkânsızlıklar; işte benimki de kendime göre kurduğum bireysel imkansızlıklar… Eminim ki herkesin bu tür çıkmazları vardır. Bu imkansızlıkları aşmak için de çoğu zaman düşünme eylemine başvururum. Çünkü insanoğlu olarak düşünmekten daha mühim ne yapabiliriz ki bu hayatta?
Umutsuzca her şeye inanmak bizim anatomimiz. Ben de umutsuzca kaderime yenik düşmekten ziyade bir kurtuluş ışığı arıyorum kendimce. O yüzden düşünüyorum, arzuluyorum ve zihnimin doruklarını serbest bırakıyorum. Adeta bir kuşun kuluçka döneminde tüylerini toprağa salması gibi ben de kendi doğamın kanununa bırakıyorum benliğimi. Çünkü bazen istemekten naçizane ne yapılabilir ki şu uçsuz bucaksız cihanda? Görkemli, dillere destan bir evrenin sadece kapkaranlık diyarlarına tanıklık etmiş bu insan, evrene sadece kendisine cevap vermesi için ne kadar yalvarabilirdi ki? Evreni tanımıyoruz ama o bizim en küçük sinir hücremize kadar hakim. O yüzden evrenle konuşurken üslubumuza dikkat etmeyi unutmamalıyız. Aslında her düşüncenin bir sinyal olduğunu da varsayarsak evrenle konuşmamak mümkün ya da gerçekçi değil. Evren istenmeyen bir misafir gibidir: Siz ne yaparsanız yapın kapı aralığından sizi gözetler, duyar ve en önemlisi de hisseder.
Kısacası benim de Einstein’la aynı görüşte olduğum söylenebilir. Bu görüş birliği teorik ya da aritmetik açıdan değil de insani duygularım ve eterik bedenimin söz ettiği biçimdendir. Belki de yanlış kanıda olduğumu düşünenleriniz olabilir. Ama aksini düşünmek hayatımın da yanlış rayda olduğu anlamına gelir. Hiç istememektense; istemek daha safi duruyor bence. Aynı zamanda denemeden hata yapmamak bu yolda imkansızdır. Murphy Kanunu’na dair eğer net bir yargı olsaydı; eminim ki ben de dahil herkes hayatında hiçbir şey istemezdi. İki doğru bir yanlışı götürmez. Olumlu düşünceler olumsuzluğu getiriyorsa da bir daha olumlu düşüncenin cazibesine kanmamak gerektiği anlaşılır. Ama unutmayın ki eğer bir şeyin gerçekleşmesi için yola çıktıysanız tehlikeyi göze almalısınız, öbür türlü yayvan hayat akıp gider. Evren de size susar. Çünkü evrenle insan arasındaki soru cevap eğrisinden de örnek verebileceğimiz gibi, ileti yoksa dönüt yok; ileti varsa dönüt var.