Ciğergahtaki Muteber

Garip bir koku vardı odada. Hiç aşina olmadığım kan kokusu burnumu ve genzimi yakıyordu. Neredeydim, bilmiyorum ama tek bildiğim bir şey varsa o da Mevlana Celaleddin Muhamedd-i Rumi’nin beni alıp çok başka bir dünyaya götürdüğüydü.

Eksik eksik hatta küçük karelerden oluşan anılarım belki de birkaç saat öncesine aitti fakat ben üstünden yıllar belki de asırlar geçmiş gibi hissediyordum. Yokluk her yanımı sarmış, Şems-i Tebrizi ve koskoca Rumi’nin aşkıyla savruluyordum. Konunun din olması beni ne kadar çıkmaza ve bilinmezliğe soksa da kendimden geçmiş bir halde “Keşke uyanmasaydım!” dediğim rüyayı hatırlamaya çalıştım:

Soğuktu. Her yanım buz tutmuş, göklerin üstünde hatta bulutlardan bile yukarda bir sağa bir sola bakınıyordum. Bir huzur belki de mutluluk vardı içimde. Kendi ülkem, Lübnan’dan çok uzakta Türkiye’nin en gizemli şehiri olan Konya’da bir yaprak misali rüzgar beni savururken yeryüzünde bir adam gördüm. Bana bakan kara çarşaflı, mavi gözlü adamla aramızda binlerce metre olsa bile “Bana gel…” dediğini çok net duymuştum.

Aman Allahım ucuz kurtuldum, diye mırıldanırken yüzüme bir anda gelen bir kova su irkilmeme sebep oldu. Ciğerlerime doğru kaçan su deli gibi öksürmeme ve ne olduğunu kavramam için beni kendime getiriyordu. En sonunda öksürmem kesilince etrafıma doğru bakmaya başladım. Karanlık bir oda, kan kokusu ve en korkuncu ise bir sandalyede bağlı oluşum ve dudağımın kenarından usulca akan kan oldu. 

Sersemlemiş ve ürkek bir ifadeyle hızlıca kafamı çevirdim. Saçlarım yüzüme yapışmıştı. Bağırdım, haykırdım ama ne bir ses ne de bir ışık süzmesi gördüm. Korkmuyordum belki ama o da polis olmamın verdiği rahatlıktandı. Aniden arkamda beliren bir silüet görmemle bana dokunması bir oldu. Sert ve baharatlı bir erkek parfümü genzime ağırca dolduğunda boynumda bir acı hissettim. İnce bir şey yavaşa tenimden damarıma doğru iniyordu. Şırınga olduğunu düşündüğüm aletten damarlarıma akan sıvı beni bu kez korkutsa da kendi kendime sayıklayarak o mavi gözlü, kara adamın elleri gözümde canlanırken elimi uzattım ve sonrası karanlıktı…

“Sana söylediğimi yapmışsın.” dedi. “Ne yaptım ki ben ?” dedim. Usulca suratıma baktı. Gözlerinden geçen her duygu belki içimde bir feryada belki de bir gülümsemeye sebep oluyordu. Zihnimde kelimeler dolanmaya başladı. Odaklanmam lazımdı. Ölümden döndüğümü söyledi beynim bana. İmkansız diye düşündüm. Nasıl yani, dedim. Sadece bu mu? Başka bir şey demesi için mavi gözlerinin içine baktım: yoktu. Ne bir kelime ne de bir duygu belirtisi.

İnançsızdım ben. İnanmazdım dinlere hatta Tanrı’ya da. Aklımdan geçirdiğim bu cümleler; karşımdaki adamı kızdırmıştı ki kaşlarını çatmış, bana ölümcül derecede korkunç ve kızgın, aynı zamanda da kırgın bir ifadeyle bakıyordu. “Dediklerimi anlamadın değil mi?” dedi. 

“Sen güzel kızım,Tanrı sevgisinden, inanma aşkından ve en kötüsü hepimizin onun nefesinden olan yegane birer parça olmasının kabulunden yoksunsun. Ben sana bunu aşılamaya geldim.”

Uyandığımda dezenfektan kokusundan midem bulanmış ve yüzümü ekşitmiştim. Kolumdaki ağrıdan yüzümü yavaşça sağa doğru çevirdim ve gördüğüm yazı hem zihinimin bulanmasına hem de küçücük bir gülümsemeye sebep oldu;

Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil… (Şems-i Tebrizi)

(Visited 256 times, 1 visits today)