Çığdan Hiçliğe

Onunla tanışmamın bütün hayatımı değiştireceğini bilmiyordum. Onunla tanıştığım günden önceki günün sabahı kaldığım oteldeki bir grup ile otelin yanındaki dağa tırmanacaktık. Mevsim kış olduğundan her yerde en az on beş santim kar vardı. Bu yüzden grup lideri dikkatli olmamızı söyledi.

Otelde kahvaltımızı ettikten sonra saat dokuz gibi herkes ihtiyacı olan eşyalarla kapıda toplandı. Bölgedeki kardan dolayı çığ tehlikesi vardı. Bu yüzden de sessizce ilerliyorduk. Plana göre o geceyi dağda geçirecektik. Sonraki gün de sabah erkenden kalkıp dağın çıkılabilecek en yüksek noktasına çıkacaktık. Her şey yolunda giderse ikinci gün akşama doğru otele geri dönmüş olacaktık. Öğleden sonra saat 13.45’te hafiften kar yağmaya başladı. Kar en başta hiçbir sorun oluşturmuyordu ama otuz dakika içinde karın şiddeti o kadar çok arttı ki grup liderimiz kamp yeri olarak kullanabileceğimiz en yakın yerde durmaya karar verdi. Kar akşam saat yediye kadar devam etti, sonrasında ise gücünü yavaş yavaş kaybetti. Kar yavaşladıktan sonra grup lideri çadırları ziyaret ederek herkese o geceyi orada geçireceğimizi ve sabah saat sekizde yeniden harekete geçeceğimizi söyledi. Geceyi hepimiz çadırlarımızda geçirdik.

O gece her şey çok sakindi. Ağaçlardan daha önce sesini hiç duymadığım kuşların sesleri geliyordu. Tabi bu sakinliğin bozulacağını kimse bilmiyordu. Gece yarısında çok yüksek bir sesle uyandım. Ses giderek artıyordu. Çadırın fermuarını açıp kafamı dışarı çıkardım. Görünüşe bakılırsa herkes sesin kaynağını merak ediyordu. Biz yavaş yavaş çadırlarımızdan çıkarken grup liderinin bağırdığını duydum. Ben daha liderin ne dediğini kavrayana kadar sesin kaynağı kampa ulaşmıştı. O sırada liderin “ÇIĞ!” diye bağırdığını anlamıştım. Çadırıma doğru koştum içeriye atladım ve hemen arkamdan fermuarı kapadım.

Sabah uyandığımda çadırımda değildim. Bir yatakta yatıyordum ama bu yatak ne oteldeki yatağımdı ne de evdeki. Yavaş yavaş doğruldum. Her yerim ağrıyordu. Gerindim ve yataktan kalktım. Kapıyı yavaşça açtım ve kafamı odadan dışarıya uzattım. Dışarıda kimse yoktu. Odadan çıktım. Bir koridora açılmıştı kapı. Karşımda bir cam fanus duruyordu. İçinde de bir kılıç vardı. Kılıçtan gözlerimi alamıyordum. Düşüncelere dalmıştım. Buraya nasıl gelmiştim? Burası neresiydi? Beni düşüncelerimden içeriden gelen kapı sesi ayırdı. Sonra da koridorun öbür ucunda bir siluet belirdi. Beni buraya getiren kişi o olmalıydı. “Kimsin?” diye sordum. “Inai.” diye cevap verdi. Nerede olduğumu ve ne olduğunu sordum. Cevap vermedi ama onun yerine hareket etmeye başladı. Önce korktum. Arkamı dönmeden bu siluetten uzaklaşmaya başladım. Siluet benden daha yavaştı. Bu sayede de aramızdaki mesafe yavaş yavaş artıyordu. Tabi bir yapının içinde olduğumuzu da hesaba katarsak bu pek de işime yaramıyordu. Siluet “Benden kaçmana gerek yok.” dedi ama ben yine de uzaklaşmaya devam ediyordum. Sonra siluet olduğu yerde durdu. Altında küçük bir çember oluştu. Bu çember gittikçe büyüdü ve en sonunda da siluet çemberin içinden geçti. Çemberin yaydığı ışıktan gülümsediğini görmüştüm. Siluet tamamıyla geçtikten sonra çember yok oldu. Rahatlamıştım ama bu rahatlığımda çok uzun sürmemişti. Çünkü arkamdan bir ses geldiğini duymuştum ve bu beni korkutmuştu. Hemen arkamı döndüm ve siluet orada duruyordu. Yine altında bir çember vardı ve bu çember de bir süre sonra, önceki çember gibi yok oldu. “Zaten kaçamazsın da…” dedi yüzüme bakarak.

Yuvarlak bir masanın iki ucuna oturmuş çay içiyorduk. İçimden bir ses bu adama güvenebileceğimi söylerken başka bir ses de bir şekilde kaçmam gerektiğini söylüyordu. Tabi ben güvenmemi söyleyen sesi dinlemeyi tercih ettim. Karşımda oturmuş bir elinde çay fincanını tutarken diğer eliyle de sakalını sıvazlıyordu. Son olanlardan dolayı bu adamdan çekiniyordum. En sonunda cesaretimi toplayıp tam olarak kim olduğunu sordum. Yine “Inai.” diyerek cevap verdi. Cevaptan memnun olmadığımı görmüş olacak ki “Hiçliğin Ruhu.” diye de ekledi. Uzun bir sessizlik oldu. Söylediği şey hiç mantıklı değildi. Peki ya daha on dakika önce içinden geçip başka bir yerden çıktığı çembere ne demeli? Belli ki Inai zaten normal birisi değildi. En sonunda dayanamayıp önceki gece ne olduğunu sordum. Önce elindeki çaya, sonra da kafasını kaldırıp bana baktı. Derin bir nefes aldı ve “Seni buraya getireli bir hafta oldu.” dedi. Duyduğum şey o kadar saçma geldi ki istemsizce gülmeye başladım. Ben gülerken bana dik dik bakıyordu. Bakışlarından Inai’nin dalga geçmediğini anladım. “Peki ya neredeyim? Beni nereye getirdin?” diye sordum. “Aklının alamayacağı topraklardayız.” dedi. “Bu bir cevap değil!” diye bağırdım. Bu belirsizlikler ve gariplikler beni delirtmeye başlamıştı. Bana sakin olmam ve onu dinlemem gerektiğini söyledi. Beni buraya bir amaç için getirdiğini ve beni eğitip bana neler yapabileceğimi göstereceğini söyledi. Bahsettiği amacın ne olduğunu sorduğumda “Kendini hazır hissettiğin zaman dışarı gel.” diyerek karşılık verdi.

Inai dışarıya çıktığımda elinde iki tarafında birer parlak, mor bıçak bulunduran bir sopa ile beni bekliyordu. “Eğitim için hazırlan!” dedi ve ben daha ne olduğunu bile anlayamadan üstüme atladı ve beni yere düşürdü. Sonra da sopanın ucundaki bıçaklardan birini boynuma dayadı ve dalga geçercesine çok zayıf olduğumu söyledi. Sonraki iki ay beni çok sıkı bir eğitime aldı. Bana nasıl dövüşeceğimi, kendimi nasıl savunacağımı ve görünmez olma sanatını öğretti. İki ayın sonunda eğitimimin son günü gelmişti. Bölge halkının Rohan diye çağırdığı ölümsüz bir yaratıkla dövüşmem gerekiyordu.

Her sabah olduğu gibi Rohan ile kapışacağım sabah da Inai beni kapının önünde bekliyordu ama bu sefer elinde sopası değil bir kılıç tutuyordu. Tuttuğu kılıç kaldığım odanın kapısının önündeki cam fanusun içindeki kılıcın ta kendisiydi. “Bunu hak ediyorsun.” diyerek bana uzattı. Sakin bir şekilde kılıcı Inai’nin elinden aldım ve havaya kaldırıp baktım. On saniye kadar sonra Inai, Rohan’ın yaşadığı yere gitmek için yola çıkmamız gerektiğini söyledi. Sonra da kapının ilerisindeki bir yeri işaret ederek “İhtiyacın olacak her şey oradaki çantanın içinde.” diye de ekledi. Gösterdiği yöne doğru baktım, çanta o kadar da büyük değildi. Koşarak çantayı aldım ve Inai’nin yanına geri döndüm. “Hadi gidelim.” dedi.

Akşama doğru Rohan’ın yaşadığı çukura varmıştık. Kılıcımı daha da sıkıca kavradım ve çukura atladım. Gittiğimde Rohan uyuyordu. İnsanların neden Rohan’dan korktuğunu kendi gözlerimle görünce anladım. Derisini kaplayan pullar adeta bir zırh gibi sertti fakat çoğu zırh gibi bu puldan zırhta da açıklıklar vardı. Büyük ihtimalle benden önce başkaları da Rohan’ı öldürmeyi denemişti ama görünüşe bakılırsa başaramamışlardı. Kılıcımı çektim ve bütün gücümle bu açıklıklardan birisine soktum. Rohan bağırarak uyandı ve eliyle bana vurdu. Hızlı bir şekilde duvara çarptım. Bu dövüşü kazanmam gerekiyordu. Bu azim bana güç veriyordu. Hemen doğruldum. Rohan üstüme atladı ama ben hemen soluma sıçrayıp kaçtım. Kafası benim çarptığım duvara çarpan Rohan sersemlemişti. Hemen üstüne atladım ve boynundaki bir boşluğa kılıcımı soktum. Rohan acılar içinde bağırdı. Sağ eliyle arkasına uzanıp beni yakaladı ve sıkmaya başladı. Bunu görmüş olacak ki Inai aşağı atladı ve sopasını sırtından çekip dövüş pozisyonunu aldı. Rohan bu adamı tanıyormuş gibi baktı. Beni yine yandaki bir duvara attı ve Inai’ye yöneldi. Inai ilk tanıştığımızda bana yaptığı şeyi yaptı: yerde bir çember oluşturup içine girdi ve sonra da Rohan’ın tam arkasında oluşturduğu başka bir çemberden çıktı ve koca yaratığın sırtına sopasının ucundaki bıçağı soktu. Yaratık artık dayanamıyordu. Inai sopasını çekti, sopayı arkasında Rohan’a paralel olacak şekilde yatay konuma getirdi ve ileri atladı. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki olanlardan hiçbir şey anlamamıştım. Rohan bir anda arkasına doğru devrildi. Önce Inai’nin olduğu yöne doğru düştüğünü sandım ama Hiçliğin Ruhu yaratığın önünde, elinde yaratığın kalbi ile bana bakıyordu. Görünüşe bakılırsa Rohan’ı yenmiştik.

Gece yarısında eve varmıştık. Inai’ye eğitimi tamamlayıp tamamlayamadığımı sordum. Sonuçta Rohan’ı ben öldürmemiştim. Bana dönüp “Tamamladın.” dedi. Sonra yerde bir çember açtı ve “Benim buradaki işim de bitti.” dedi. “Nereye gidiyorsun?” diye sordum. “Geldiğim yere, hiçliğe.” dedi ve kalbi bana uzatırken de “Buralar sana emanet, Tapınağın Koruyucusu.” dedi. Daha ben “Ne tapınağı?” diye soramadan çemberden geçti ve yok oldu. Beni orada yapayalnız bırakmıştı. Ayrıca giderken evime nasıl döneceğimi de söylememişti. “Belki de yeni evim burasıdır.” diye düşündüm ve ayın ışığının altında yine düşüncelere daldım.

(Visited 37 times, 1 visits today)