Uyanır, her sabah çiçekleriyle konuşurdu. O sabah, çiçekleri tek bir ses bile duymadı. Ve gözünden sakındığı çiçekleri bir daha bu sesi duyamayacaktı. O artık bu iki kapılı hanın ikinci kapısına gelmişti. Dünyadaki süresi dolmuş ve gözlerini bu dünyaya yummuştu. Bu yolculuğu boyunca en yakın dostu çiçekler olmuştu. Çünkü çiçekler insanlar gibi seni incitemez, senin duygularınla oynayamaz.
Her zaman “babacan” bir görünüşü olmuştu. Karşıdan bakınca sizi kendine çeken bir ruhu vardı. Bu ruh, etraftakileri iyileştirebilen, karşısındakinin yaralarını sarabilecek cinstendi. Belki de bu yüzden çiçeklerle iyi bir takım olmuştu. Bu ruhu, onu benim rol modelim yapmaya yetmişti. Uzun sabah konuşmalarımız olurdu, o da her emekli gibi günlerini kendine göre meşgalelerle geçiriyordu. Sabahları zorlu okul maratonuma başlamak için kapının önünde beklerken hayata şikayetler savurup dururken o karşı kapıdan ne olursa olsun gülümseyerek çıkardı. Ben dedemi çok erken yaşta kaybettim için “dede” kavramını onunla öğrendim. Onun da çocuğu olmadığı için beni manevi torunu olarak görürdü. Bence çiçeklerinden sonra çok iyi bir takım olmuştuk hâlâ da olmaya devam ediyoruz.
Bir insanı kalıcı yapan şey onun bedeni değil, düşünceleridir. Genelde kendinden pek bahsetmezdi daha doğrusu gençliğinden. Bazen öyle anlar olurdu ki o güçlü görünüşün altından gözlerinden anılarını akıtmayı, içini boşaltmayı bekleyen gözyaşları olurdu ama o bunlara karşı da dimdik ayakta dururdu. Her halinden gençken çok sevdiği ama sevdiğine kavuşamadığı belli oluyordu. Aradan yıllar geçtikçe yapbozun eksik parçaları tamamlanıyordu. Çiçeklerin sırrını da o zamanlar yavaş yavaş anlamaya başlamıştım.
Gençlik zamanlarında, asker olarak görev yerine atanınca hafta sonu izinleri olurmuş. Ve o bu izinleri dört gözle beklermiş, yanlış anlamayın işini sevmediğinden değil işine âşık birisidir, çünkü onu gizli gizli görmeye gidermiş. Çiçeği, onun çiçeğini saatlerce izlermiş. Çiçek çok alımlı, güzel, kültürlü bir kadınmış ve onun da gönlü dedemdeymiş. Aslında dedem ve çiçek çok mutlu olabilirlermiş tabii Çiçek’in ailesi bu duruma karışmasaymış. Halbuki büyükler kendi mutsuzluklarını neden çocuklarına da aşılmak ister? Kendi acılarını başkasında da görmek onları mutlu mu ediyor?
Bazen sevgi bile insanları bir araya getirmeye yetemiyor. Ne kötü ki insanların bazıları bu duyguyu çocuklarına bile duyamayacak kadar yaralı ve bu yaraları o kadar derin ki kendi canına bile zarar verebiliyor aslında o yaraların oluşmasına da neden olan yine biziz. Belki bu yaraları iyileştirmeyi, onarmayı bilirsek izi bile kalmaz. Dedem ve Çiçek’in hikâyesi de bunun gibi bir yara yüzünden yarım kalmış ama dedem sevginin gücüne inanıp bu duyguyu ömrü boyunca saklamış ve o bunu mevsimlik bir çiçek yapmak yerine ömrü boyunca solmasına izin vermemiş. Aradan yıllar geçmiş ve dedem diğer çiçeklerine kavuşmuş. Ben bu satırları yazarken ise dedem toprağın altında fakat çiçekler onu yine yalnız bırakmamış. Zaten sevgi insanı terk eder mi hiç?