İnsan zekâsının ve kişiliğinin çevreye mi yoksa genetiğe mi bağlı olduğu hep bir tartışma konusu olmuştur. Ancak zekânın ve davranış biçiminin sadece doğuştan geldiğine ve ergenlikteki çevresel faktörler tarafından değiştirilemeyeceğine inanmak için hiçbir sebep yok. Bunun en büyük nedenlerinden biri ise beynin gelişmek için gereksinim duyduğu en temel fonksiyonlardan birinin nöronlar arası yeni bağ kurulumu olmasıdır. Sinaps adı da verilen bu yeni bağlar kurulmazsa bir süre sonra beyin dışarıdan gelen temel verileri bile algılayamamaya başlar; yani beyin ve ona bağlı olan vücut, kelimenin tam anlamıyla çökmeye başlar. Nöronlar arası yeni bağ kurulumunun en yoğun şekilde gerçekleştiği dönem ergenlik evresidir. Bu evre, her zamankinden faal ve sağlıklı olan beynin veri işleme, muhakeme yapma ve sosyal ilişkiler kurma konusunda adeta altın çağıdır. Bu kadar dinamik bir şekilde değişen bir zihinden söz ederken genetik mirasımız olan zekânın ve ona dolaylı yoldan bağlı olarak gelişen kişilik özelliklerinin önceden belirlenmiş ve daima durağan olduğunu düşünebilir miyiz?
Tarihten bu yana bazı düşünürler ve hekimler gündelik hayattaki kalıplaştırdığımız bazı işlerin akış biçimini değiştirmenin, mesela dişlerimizi sağ el yerine sol elle fırçalamanın, yeni bir dil veya satranç gibi özellikle zekâya dayalı bir oyun öğrenmenin, çok kitap okumanın, gündelik hayatın durağanlaşmasına izin vermeden rutinimizi günden güne değiştirmenin ve buna benzer davranışlar sergilemenin beynimizin çok kullanılmayan bölgelerini çalıştırdığını ve kullanılan farklı bölgelerdeki nöronların arasında yeni bağlar kurduğunu ve de buna bağlı olarak daha mantıklı anlık kararlar alma, problemlere karşı daha hızlı ve zekice çözüm önerileri getirebilme, daha iyi yorumlama ve daha iyi bir hafızanın kapılarını araladığını ve buna bağlı olarak da hem algısal hem de sosyal zekâyı geliştirdiğini savunmuşlardır. Örneğin, Pittsburgh ve Carnegie Mellon Üniversiteleri araştırmacıları öğrenmenin nöronlar arası etkileşim sağladığını ve bu etkileşim ile yeni davranışsal yetenekler geliştirdiğini ortaya koymuştur.
Diğer yandan 20.yy’da insanlık yavaş yavaş DNA haritaları çıkartmaya, gen aktarımı yapmaya ve canlıları klonlamaya başlamış ve kaçınılmaz olarak da gündeme algısal ve davranışsal zekânın önceden sanıldığı gibi çevresel faktörlere mi yoksa genetiğe mi bağlı olduğu sorusu gündeme gelmiştir. Bu soruyu oldukça çekici hale getiren ise hem felsefî hem de bilimsel olmasıydı, ayrıca cevabı da geniş kitlelerce merak ediliyordu. Hepsinden önemlisi ise cevap ne olursa olsun devrimsel nitelikte olacaktı. Hem bağımsız laboratuvarlar hem de birçok hükûmet cevabı bulmak için hemen deneylere başladı. Onlarca, yüzlerce girişimde bulunuldu. Ancak insanlık burada sözde bilim adına yapılan skandal niteliğindeki sayısız zalim deney, öjeni ve normalde doğru tedavi ve rehabilitasyon ile sağlığına kavuşabilecek zihinsel hastaların hatta tamamen normal insanların bu deneyler sonucundaki ölümüne tanıklık etti. Mesela, ABD’de 1909 ile 1979 yılları arasında akıl hastanelerinde resmi kayıtlara göre yaklaşık 20.000 kişi istekleri dışında kısırlaştırıldı. Burada güdülen asıl amaç toplumun yeni nesillerini akıl hastalıklarından korumaktı. İşin en kötü tarafı ise yapılan deneyler ve uygulamaların neredeyse hiçbiri hedeflenen sonuca ulaşamadı.
Hem beynin ana işleme mantığı hem de genlerin zekâmızı belirlediğini kanıtlamaya yönelik onca başarısız deney, zekânın ve beynin daima aktif ve gelişen bir yapı olduğunu kanıtlar niteliktedir. Tıpkı Doktor Bruce Lipton’un dediği gibi “Bizler genlerimizin kurbanı değil; barış, mutluluk ve sevgi ile dolup taşan bir hayat yaratabilecek kaderimizin efendileriyiz.”
kaynaklar
https://www.sciencedaily.com/releases/2019/06/190610151934.htm
https://www.theguardian.com/us-news/2020/jun/30/california-prisons-forced-sterilizations-belly-beast
https://www.goodreads.com/quotes/6576556-we-are-not-victims-of-our-genes-but-masters-of