Harflerin birbirinden ayrı kalmayı beceremeyen inciler misali sıralanıp cümleleri yarattığı başka bir kitabımla beraberdim. Dostum diyebileceğim tek varlık olan kitapların büyüleyici mısraları bir kere boğazımı ilmek ilmek sarmıştı bile, onu zihnimi saran imparatorluğundan indirmek imkansızdı.
Zarif güneşin ılık sıcaklığını hissetmemle beraber altında oturduğum ağacın ışığa meydan okuyan gölgesinin artık beni korumadığını fark ettim. Güçlükle gözlerimi kitabımın hapsinden kurtardığımda tam da benim üstümde hiç ayrılmak istemezmişcesine birbirine kenetlenmiş renk cümbüşünü gördüm. Kendimi onu daha iyi görebilmek için geriye doğru attım zira uzun zamandır bir gökkuşağı göremiyordum.
Efsunkâr olana karşı koyulamazdı. Velhâsıl asla öyle bir niyetim de yoktu. Gökkuşağının tumturaklı renkleri örgü şeklinde birbirine bulanmıştı. Nâmütenâhî bir vuslatla birbirlerine kavuşuyorlardı. Ben de bir renk olmak, onların payidâr mutluluk çeşmesinden kana kana içerek ağzıma bir parmak bal çalmak istiyordum.
Onu avcuma alabilmek için elimi uzattığımda o beni yakala dercesine ilerliyordu. Yakalama içgüdümle onu umutsuzca takip ederken hipnoz olan gözlerimi ondan ayıramıyordum. Bir ağaç kovuğuna kontrolsüzce girdiğimde gökkuşağının altından geçtiğimi fark ettim. İçerisi bir ağaç kovuğundansa özenle dekore edilmiş sarayın holüne benziyordu. Zihnim benle alay mı ediyordu yoksa? Sonunda beni yenmiş ve ipleri eline almasının zaferini kutlamak için beni küçümseyerek buraya mı sürüklemişti? Bunun tek bir yolunun olduğunu anımsadığımda cebimde sakladığım iğnemi koluma düşünmeden batırdım. Bedenimi ani gelen cılız bir acı ile baş başa bıraktığımda bunun bir sanrı olmadığını kabullenmiştim.
Toprak zemin destek çıkıp enerjisini bana çıplak ayaklarımdan aktarırken kovuğun ortasında bir insanın rahatlıkla geçebileceği büyüklükte bir delik gördüm. İçimdeki merak tohumlarının filizlenmesiyle tavşan deliğine bakarken birden dengemi kaybedip düştüm. Newton’un yerçekimi kanunlarına meydan okuyan tüy misali düşüşüm benim için daha derin anlamlar barındırıyordu. Bu düşüş sırasında dünyaya ait binlerce, milyonlarca kitabın, bilginin, tecrübenin ve hala devam eden yaşanmışlığın içinden geçiyordum. Dibe çakılmakla sınanıyordum fakat her şeye rağmen korkmuyordum.
Merakla tavşan deliğinden bakmam ve ardından sonlanmayacakmış gibi gelen o düşüş, kendimi birdenbire soruların, sorgulamaların, paradoksun ve dünyaya ait kavramların “çöküş”ünün ortasında bulmam; bir anda zırhsız ve zeminsiz, çırılçıplak kalıvermemdi aslında.
Parmak uçlarım zemini hissettiğinde bir nota gibi havada süzülerek zemine inmiştim. Benim için bir porte görevi üstlenen düşüşüm burada sona ermişti.
Beyazdan başka hiçbir rengin olmadığı beşgen odanın her bir duvarında bir adet kapı bulunuyordu. Bu beş kapıdan biri o kadar görkemli ve ihtişamıydı ki ona bakarken gözlerimin parıl parıl parladığına emindim. Odanın ortasında yuvarlak büyük bir cam masa duruyordu. Yaklaştığımda cama işlenen notaları gördüm ve Harikalar Diyarında olduğumu sonunda fark ettiğimde bu gerçek yüzüme bir tokat gibi çarpmıştı. Fakat bir gariplik vardı ki okumaktan sayfalarını eskittiğim ve her bir cümlesi zihnime işleyen Harikalar Diyarında böyle notalar yerine insanı büyültüp küçülten yiyecekler vardı.
Cama özenle işlenmiş notaları gördüğümde içimde bir kıpırtı özlemimi okşuyordu. İşlenen şarkıya duyduğum özlem o kadar büyüktü ki gözlerime dolan damlalar kendini bırakarak zemini istila ediyordu. Yere düşen gözyaşlarım görünmez kanatlarıyla birden havalandılar ve birleşip masadaki notalara dönüştüler.
Bedenim bir kemana, ağzım ise bir piyanoya dönüşerek büyüleyici notaları çalıyordu. Sanki ömrüm boyunca bu anı yakıp kavuran bir özlemle beklemiş gibiydim. Gözyaşı notalarım etrafımı sarıp benimle dans ediyorlardı. “Song From a Secret Garden”a çok benzeyen şarkı beni benden oluşturuyordu. Kalbimde pompalanıp damarlarımda akarken zihnime usulca sızıyordu. Şarkı; her zaman izlediğim, sorgulayan Sokratesçi felsefemi anlatıyordu. Bir “son”a, “nihayet”e ulaşmayı dert etmiyordum. Sorgulamaya ise dünyanın merkezinden başlamıştım; kendimden…
Akrebe aşkından deli divane olan yelkovan bu büyülü an bitmesin diye zamanı olağan güçleriyle geriye itmeye çalışıyordu. Maalesef ki her şeyin bir sonu vardı. Sonunda yelkovanın gücü tükendiğinde zaman tekrardan akıyordu. Şarkım bittiğinde önümdeki görkemli kapı davetkâr bir şekilde açıldı. İşte o an gözlerim gördüklerine, kulaklarım duyduklarına inanamaz oldular.
Burası Harikalar Diyarı kesinlikle değildi. Burası benim tahayyül ettiğim cennetti. Cennette zaman akmıyordu, yanılmıştım her şeyin bir sonu yoktu. Kapılar açıldığında zaman durdu yelkovan akrebine kavuştu.
Ebedi koruyucu meleğim, hayallerimin ilâhı olan anneciğimle beni bu yeni dünyam birleştiriyordu. Kaynağı güneş olan ışıl ışıl gülümsemesini gözlerimin önüne serdiğinde ona karşılık verecekken kapı kapandı, ilânihâye hayallerim ölen bir yıldız gibi söndü.
Birden çimlerin üzerinde uyandığımda derin derin nefesler alıyordum. Sihirli örgülü gökkuşağım kaybolmuştu. Annemi yeniden görebilme arzusuyla dolup taşarken akıttığım gözyaşları çimlere can suyu oluyordu. Yanımdaki kitabım bana acıyarak bakıyor ve çimler de soğuk tenime değerek acımı paylaşıyordu. Tam o anda acı koluma akın etti. Koluma baktığımda iğneyle yaptığım yara hala oradaydı.
Cennetim gerçekti fakat neresinden bakıldığına bağlıydı; göreliydi, tıpkı Einstein’in “İzafiyet Teorisi”ndeki ve Galileo’nun “Görelilik Prensibi”ndeki gibi…