Can Kırıkları

Evin içinde belirgin bir sessizlik vardı. Evde olduğunu belirten bir tütsü kokusu yoktu, onun ki bir takıntıydı. Mutlaka gelir gelmez bir tütsü yakardı ev buram buram lavanta kokardı, daha sonrasında mutlaka önce bu odaya gelirdi. Odanın bir duvarını büyük pastel yeşil bir masa almıştı zamanın verdiği yüke dayanamamış dökülmeye başlamıştı. Masanın üstü bin bir tür çiçekle donatılmıştı. Bu bitkilerin birkaçını kurutur birkaçını ise canlı kalabileceği bir ortama koyardı. O kadar çok çiçeği vardı ki; yıldızların bile buradaki çiçek sayısından fazla olduğunu söylenemezdi. Görünen bütün duvarları rafla döşemiş, bu rafları da bin bir türlü çiçekle donatmıştı, minik bir botanik bahçesi. Ancak kitaplarla dolu olanları da vardı, kendi içinde bir kütüphane… Bir dolap vardı o da masa gibi oldukça eskiydi ama masanın aksine bu dolap yüzüne bakınca göstermezdi içindekileri, hiç bilemedim ne var içinde bir sırdı herkesçe saklanan… Bir resim vardı hemen yanımdaki duvarda, önemliydi bu resim onun için. Bir kadın vardı kızıl saçları yeşil gözleri olan, bir masaldı adeta ona hüznü hatırlatan. Kadının yanında, kendisinin bir kopyası yan yana durmuş gülümsüyorlardı hem de hiç durmadan sadece gülümsüyorlardı “Bir şey yok” dercesine. Bu resmin altına, yanlarına ve üstüne raflar koydurmuştu, mumlar koymuştu raflara. Bundandı eve gelir gelmez bu odaya girmesi, her ay yenilerini aldığı bu mumları yakmak için. Kim bilir ne zamandan beri yaptığı bu işi dışardan mutlaka getirdiği bir demet manolya ile süslerdi en son rafı. Sonra ne olursa olsun, resmin bulunduğu duvarın karşısında bulunan eski, gül desenli bir  koltuğa oturur, mutlaka koltuğun yanında bulunan sehpadan, dünden kalma çayını içerdi. Oysa soğuktu o çay içilmezdi ki ama bu onun için önemli değildi, akşam bir kupayla gelir, kupayı da burada ağzına kadar çayla bırakırdı mutlaka. Oturdu mu bu koltuğa dalardı düşüncelere ta ki gözünden bir yaş düşene kadar… Adamın rutiniydi bu ama nedeni, işte orası bir muammaydı. Daha sonra koltuktan kalkar ve giderdi uzun bir sürede geri gelmezdi bu odaya. Saati bilmem ama hep güneşin batmasına yalnızca birkaç dakika kala gelirdi. Sabah getirdiği bitkilerin bir kaçı ile ilgilenir, daha önceden kuruttuklarını bir kutuya koyardı. Buranın onun ofisi olduğunu düşünebilirdiniz, ama değildi. Hobi odası o da değildi, Bu adam çiçekleri sevmezdi bile niye bu kadar özenir, yapardı bu işi bilmezdim bende, nereden bilecektim ki ben duvarda asılı olan bir tabloydum yalnızca. Hem de karşı duvarda duran gibi, her seferinde mum yakılmazdı bana, bakılmazdı bile yüzüme. Uzun bir süre çiçeklerle oyalandıktan sonra odadan çıkar, çay koymak dışında da gelmezdi.

Bir süre sonra kapının hızla açılıp kapanan sesi yankılandı, birçok canlının yaşadığı ancak kimsenin tek ses çıkarmadığı, hüznün hüküm sürdüğü bu evde. Bu sefer keyfi yerinde değildi çünkü ne tütsüsünü yakmış ne de odaya gelmişti. Nihayet bu odaya geldiğinde kendinde değil gibiydi. Birden masasındaki bütün kitapları, üstünde belki de aylarca çalışmış olduğu çiçekleri, hiçbir suçu olmayan kalemleri masadan fırlatırken yalnızca aynı şeyi mırıldanıyordu tek kelime. “Neden?” Nedendi ki onun hüznü, neden öfkeliydi bu kadar dünyaya, neden acımıyordu ona bu hercai dünya, neden durmuyordu hüznün o bilindik acıklı çığlığı. Masa tamamen boşanınca acısını içinde ne olduğunu bile bilmediğim kim bilir ne zamandan beri açılmayan çekmece ve dolaplardan çıkarmaya başladı onlarla da işini bitirince yavaşça bana döndü. İlk defa direkt olarak bana bakıyordu, gözü yaşlanmıştı. Kızgındı dünya ve onun kendini dışlamasına. Kızgındı yalnız bırakışına, dünyanın acımasızlığına. Adam bana doğru gelmeye başladı. Hüzünle döşemişti bu odayı, her gün gelip hüzün yetiştirmişti.  Eziyet ediyordu kendine, bu odaya ve de çevresindekilere… Uzun zamandır bu duvarda başı boş asılıydım. İlk defa kenetlendi gözleri benimle, ilk defa baktı bana. Asmıştı ama o zaman bile bakmamıştı yüzüme, o anki sevincim durdurmuştu zamanı. Ağlıyordu belki, üzerime geliyordu belki ama kim umursar bana baktı ya tek dileğimdi ya bu. Ne daha mutlu bir yerde olmak isterdim ne de birinin durup: “Ne de güzelmiş.” demesini. Sadece bana bakmasıydı isteğim ve bana çevirmişti koyu gözlerini. Yanıma yaklaşıyordu ilk defa. Hiç anlamamıştım burada neden durduğumu. Nasıl bir resim olabilirdim ki hem duvarda duracak kadar güzel hem de bakılamayacak kadar çirkin. Adam önce dokundu yavaşça, parmakları tenimi sıcacık etti. İlk defa tozlardan başka bir nesne dokunmuştu üstüme. Sonra ama sonra eli öyle bir çarptı ki savruldum havada önce köşem sonrada yere düştüm kulağımda tek bir ses vardı kırılan camın sesi ve hüznün acı çığlıkları. İşte o an gördüm çok uzun zamandır istediğim ikinci dileğimi, kendi cam kırıklarım üzerinde ki yansımamı…

(Visited 9 times, 1 visits today)