Sabahın ilk ışıkları Roma’nın dar sokaklarını aydınlatırken taş kaldırımların üzerine düşen yumuşak gölgeler şehrin eski ruhunu yansıtan bir aynanın narin sözlerini fısıldıyordu. Hafif bir esinti, kahve kokusunu şehrin dört bir yanına yayıyor, sokaklar yeni bir güne uyanıyordu. Yavaş adımlarla yürürken her taş duvarda, her sütunda Roma’nın o köklü geçmişinin verdiği derin izleri görebiliyordum. Bugün, Roma’nın kalbinde tarihle iç içe bir gün geçirecektim.
İlk durağım Kolezyum’du. Görkemli ve başka bir örneğini nereye baksanız bulamayacağınız bu yapının önüne vardığımda nefesim kesildi. Devasa kemerler, artık hayatının son anlarındaki bir yaşlı gibi yıpranmış ama bir o kadar da asil duran taşlar ve zamanın bile yıkamadığı o ihtişam… Bir an gözlerimi kapattım ve gladyatörlerin arenada dövüştüğü, yankılanan tezahüratların taş duvarları parçalamak istercesine saldırıp geri döndüğü o eski günleri hayal ettim. Şimdi sessizce ayakta duran bu yapı, aslında yüzyılların biriken bütün o hatıralarını içinde saklıyordu.
Oradan ayrılıp Forum Romanum’un kalıntıları arasında dolaşmaya başladım. Bir zamanlar imparatorların yürüdüğü taş yolların üzerinde ilerlerken, geçmişin ayak seslerini duyuyormuş gibi hissettim. Burada, eski Roma’nın ihtişamı hala nefes alıyordu. Her sütun, her kırık taş, bir hikâye anlatıyordu.
Öğleye doğru Trevi Çeşmesi’ne vardım. Çeşmenin berrak suları güneşin ışıklarıyla dans ederken, elime bir bozuk para aldım ve sırtımı havuza dönerek dileğimi diledim. Suya düşen paranın çıkardığı hafif şıpırtı, içimde bir huzur hissi yarattı. Roma’dan ayrıldığımda bir gün mutlaka geri döneceğimi biliyordum.
Öğleden sonra Vatikan’a yöneldim. San Pietro Bazilikası’nın ihtişamlı kapılarından içeri adım attığımda, yüksek tavanlar ve altın süslemeler gözlerimi kamaştırdı. Michelangelo’nun Pietà’sının önünde durup heykelin detaylarını inceledim; mermerin içinden adeta ruhu görünen Meryem ve İsa figürleri zamana meydan okuyordu. Sistina Şapeli’ne geçtiğimde başımı kaldırıp Michelangelo’nun fresklerine bakarken büyülendim. Tavanın her santimi, insanın sınırlarını zorlayan bir sanat eseriydi.
Akşamüstü Piazza Navona’da dolaştım. Meydan, sanatçılar, müzisyenler ve kahkahalarla doluydu. Bir köşede oturup, elime bir dondurma aldım ve şehrin enerjisini içime çektim. Roma, sadece bir şehir değil, yaşayan bir tarih kitabıydı.
Gün batımında İspanyol Merdivenleri’ne oturdum. Ufukta güneş altın rengine bürünürken, Roma’nın ihtişamı bir kez daha karşıma serildi. İçimde tarifsiz bir huzur vardı. Belki de burası, zamanın durduğu ve tarihin fısıldadığı tek yerdi. Ve ben, bu büyünün içinde kaybolmaya hazırdım. Biliyordum ki bu bu ihtişamın karşısında kaybolmama rağmen aslında daha büyük bir şeyi keşfetmiştim. O da eskinin bize bıraktığı güzelliklerdi. Bir gün bu güzellikleri tekrar görüp büyülerinde kaybolmak için buranın yolunu tutacaktım.