Annem alnımdan öptü ve ışıkları kapattı. Ona merakla sordum:
-Anne! Yarın biri mi gelecek?
-Evet yavrum. Sana yeni kıyafetler aldım. Ankara’ya çok büyük, çok önemli biri gelecek. Şimdi uyumalısın, saat çok geç oldu.
Evet, anlayacağınız üzere pek zengin bir aile sayılmayız. Ben beş yaşındayım. Zatürreden dolayı ölen iki kardeşim ve benden üç yaş büyük bir ablam var. İkimiz de mahalle mektebinde okuyoruz. Ben de ailemin bana geçen seneki doğum günü hediyesi olan günlüğe anılarımı yazıyorum. Bugünlerde ülkemizin, Osmanlı İmparatorluğu’na annemlerden duyduğum üzere “Hasta Adam” deniyormuş. Bence bu hiç hoş değil. Babam hep söyler, ülkenin her tarafı işgal altındaymış ve Osmanlı İmparatoru buna sessiz kalıyormuş. Geçenlerde Trablusgarp mıdır, Grablustarp mıdır garip isimli bir savaş olmuş ve Afrika’daki bütün topraklarımızı kaybetmişiz. Bana öyle bakmayın! Ülkemiz gerçekten çok kötü durumda. Ama yarın çok önemli ve büyük biri gelecekmiş ya, o belki ülkemizin kaderini değiştirebilirmiş.
Sabah uyandım, elimi yüzümü yıkadım ve anneme seslendim. Ütülettiği şık kıyafetlerimi -ki ütületmeye götürmek çok pahalı olduğu için asla yapmazdık- giyip balkondan Ankara’nın temiz havasını içime çektim. Aşağıdaki kalabalığın kuş bakışı görüntüsünün tadını çıkaramadan annem: “Gidiyoruz çocuklar!” diye bağırdı.
Şen şakrak türküler söyleyerek evden çıktım. O günlere dönüp bir baktığımda hiç yok denilse de bizim gibi çocuklarda küçük bir kurtuluş umudu vardı ve sonunda, o muazzam kalabalığa indiğimde, koşarak en öne çıktığımda, o koca adam; o yüce Atatürk, resmi ve saygılı arkadaşlarının arasından bana baktı. O zamanlar Atatürk’ün kim olduğunu bilmiyordum. Nasıl bilebilirdim ki! Çocukça bir gülümseme ile “Gel çocuğum.” dedi. Ben de hızlıca yanına gittim. “Senin adın ne?” diye sordu. Azıcık utanarak “Kemal, efendim” dedim. Bu sözcükler ağzımdan çıktığı an, o deniz mavisi gözlerindeki pırıltı, o güzel yüzündeki mutluluk belirtisi iki kat daha arttı. Yanındaki kara gözlü, kahverengi saçlı adam onu dürtmek zorunda kaldı. “Efendim, gitmemiz lazım.” “Dur be Salih böyle güzel, böyle meraklı bir çocuğu bir daha göremeyebilirsin.” Adının Salih olduğunu duyduğum adam, yanına dönüp kendisine benzeyen biriyle konuşmaya başladı. Annem ve ablamın beni deliler gibi aradığından emindim ama… İçimden bir ses, bu ülkeyi kurtarma ihtimali olan kişi hazır beni ve ismimi de sevmişken azıcık daha konuşayım bari, diye düşündüm.
“Biliyor musun çocuk, benim adım da Kemal. Mustafa Kemal.” dedi. “Efendim, siz ülkemizin şu anda bulunduğu durumdan kurtulup uygar, modern ve bağımsız bir ülke olacağına inanıyor musunuz?” dedim sesimi kalınlaştırarak ve babamı taklit ederek söylemiştim. “Vay, vay, vay, ülkemizin çocukları neler biliyorlarmış meğer?” Salih’e dönüp gülerek konuşmuştu. Daha da utanarak, “Babamdan duymuştum, efendim.” dedim. Yüzüm al al olmuş, tam koparılmalık bir domatese dönmüştüm. Benim utandığımı görmüş olmalı ki, “Kurtulur oğlum, kurtulur. Siz çocuklar varken bir yıla kalmaz kurtulur. Bak çocuk; sen sen ol, hep milletine yararlı ol. Sporcu, sanatçı, idareci veya doktor istediğin mesleği seç ama hasta adam Osmanlının gürbüz ve modern Türkiye Cumhuriyeti olmasına yardımcı ol.” dedi. Bu sözlerle tam anlamıyla büyülenmiştim.
O gün bu gündür, ömrümün sonuna kadar milletimize faydalı bir birey oldum. Ha, hasta adam Osmanlı, koca adam Türkiye Cumhuriyeti olmakla yetinmedi, bütün dünyada tanındı. Onunla da yetinmedi; bilim, sanat ve sporda dünyanın zirvesine yerleşti ve o gün bugündür 27 Aralık 1919’da Ankara, başkent olma yolunda önemli bir adım atmıştır ve 13 Ekim 1923’te kanun ile yurdumuzun başkenti olmuştur.