Keskin bir ıslık gibi kulaklarımı çınlatan mermiler üstümüzde uçuşuyordu.
Sonunda gelmiştim, bu güzel şehire, İstanbul’a.. Yoğun günlerin ardından nefes alabilmek harika. Biraz gezmek istiyordum. Yeni insanlar, yerler keşfetmek istiyordum. Metroya bindim, yolculuğum başladı.
İlk olarak Kamondo Merdivenleri’ne gittim. Uzun süredir görmek istediğim bu ufak ama güzel yapıyı nihayet görmüş oldum. Ardından oralarda gezindim. Tünel Meydanı, Beyoğlu.. Gerçekten harika yerler buralar. Tarih kokuyor, geçmiş, saf, güzel günler kokuyor. Daha sonrasında Pera Palas’a gittim. Yapısı çok güzeldi. Derken biri bana çarptı. “Ne kadar dikkatsiz insanlar var artık, inanamıyorum!” diye düşündüm. Omzum acımıştı. A bir dakika, yere bir kağıt düşürmüştü. “Beyefendi, pardon! Beyefendi, kağıdınızı düşürdünüz, heey!” beni duymadı. Peşinden gideyim dedim ama çoktan gözden kaybolmuştu. Acaba kağıtta ne vardı. Birkaç dakika ikilemde kaldım ve sonunda merakıma yenik düştüm. “Saat dörtte Galata’nın tepesine gel. Bu arada çarptığım için kusura bakma başka şekilde çok garip olurdu.” sanki böyle hiç garip değildi de… ve bu da neydi şimdi, ne anlama geliyordu, gitmeli miydim, gitmemeli miydim… Bu sorular kafamın içinde delice dolanırken ne yapacağıma karar vermek üzere bir kafeye oturdum. Bir kahve söyledim. Saat üçtü zaten. Ne yapacaktım? Gidecek miydim?
Evet. Nedenini bilmediğim bir şekilde, ne olacağını bilmediğim bir olayın içine, tanımadığım insanların yanına ayaklarım beni hızlı hızlı götürmeye başlamıştı bile. Galata’ya yakındım. On beş dakikada gidebileceğim yolu, tahminimce o merak duygusu yüzünden, yedi dakikada gelmiştim. Etrafıma bakındım, hiç olmadığı kadar boştu. Hızılıca içeri girdim ve merdivenleri koşar adım çıkmaya başladım. Yukarı çıktığımda takım elbiseli, dimdik adamlar beni karşıladılar. Hiç beklemediğim bir naziklikle bana yol gösterdiler ve simsiyah takım elbisenin içinde hoş bir adam beni karşıladı. Bir masada oturuyordu, karşısına oturmamı işaret etti. “Hoppidi hobaa heyyo” diye mırıldanıyordu adam. Bu ciddi adamlardan, özellikle benimle konuşacağını ve öbür adamların patronu olduğunu düşündüğüm bu adamdan böyle bir şeyi hiç beklemiyordum doğrusu. “Eveet gelelim konuya, ben Berk. Sen de..” burada ismimi söylemem gerekiyordu. “Damla.” dedim. “Memnun oldum Damlacığım.” Bu samimiyet de ne böyle. “Tabii şimdi sen benim seni neden getirttiğimi merak ediyorsun.” Yok canım ne alakası var altı üstü gizemli bir adam bana çarptı, bir kağıt düşürdü, bana buraya gelmem söylendi, ne yani hep olur böyle şeyler… “Evet ediyorum.” dedim elimden geldiğince cesur bir şekilde. “Ben seni getirttim çünkü seni tanımam gerek. Oğlum senden bahsetmişti. Seni merak ettim. Eh, oğlumun kiminle arkadaş olmak istediğini bilmek isterim.” oğlu mu? İstanbul’a yılda bir, en fazla iki kez geliyorum ve hiçbir insanla tanıştığımı hatırlamıyorum. “Oğlunuz?” dedim. Adam sessizce güldü. “Ah be oğlum, yine neyin peşindesin sen.” Bunu duyduktan sonra merakım iyice içimi kemirmeye başladı. “Oğlunuz kimdi acaba? Ben biriyle tanıştığımı hatırlamıyorum.” dedim ve adam anında “Atabey” dedi. Tanıdık gelmedi. Berk Bey şaşkınlığımı anlamış olacak ki biraz düşündü ve ardından Atabey’in beni sokakta yürürken gödüğünü söyledi. Ailecek tahtaları eksik herhalde bunların. Nasıl garip bir baba-oğul çifti bu. Aniden içeri benim yaşlarımda biri girdi. “Ah işte değerli oğlum geldi.” dedi Berk Bey ve bizi tanıştırmak üzere oğlunu da oturttu bir yere. “Ben Atabey.” hadi canım.. “Ben de Damla.” dedim ve konuşmanın uzamaması ve hemen buradan gitmek için dilek diledim. “Gidebilir miyim?” bu sözler nasıl ağızımdan çıktı inanamıyorum. “Evet.” “Hayır.” baba hayır derken oğlu evet diyordu. Eveti kabul ederek hemen teşekkür ettim ve arkamı dönüp koşarak gittim. Arkamdan ayak sesleri geliyordu. Acaba içlerinden hangisi peşimdeydi. Bakmak istedim ama korktum ve hızımı arttırarak yürümeye devam ettim. Sonunda bir kafeye gittim ve biraz sakinleşmek için oturdum. Bir süre orada oturmuşum. Saate baktığımda baya zaman geçtiğini fark ettim. İnsanlar çoğalmıştı, iş çıkış saati tabii. Hala olanlara anlam veremiyordum. Tanışmak istersen gelirsin söylersin, mekan kapattırmaya, böyle tuhaf tuhaf şeyler yapmaya ne gerek var? Tabii birinden gizlenmiyorsan. Bu şeyleri düşünüp mantıklı bir sonuç bulmaya karar verdim ama önce yüzümü yıkayıp bunun şokunu biraz azaltmam gerekiyordu. Tuvalete gittim. İki üç dakika sonra geri geldiğimde çantamın olduğu masada bir not buldum. Hemen açtım. “Camdan dışarı bak ve kafeden çık sonra arada biraz mesafe bırakarak beni takip et. Lütfen. Atabey.” Sanki bir filmin içindeyim. Neyse, dediğini yaptım. Beni yarım saat yürüttü ve en sonunda bir kafeye geldik, oturduk. Tanıştık, sohbet ettik. Tamam bunlarda bir şey yok ama bir sorun vardı, Atabey çok gergindi ve biri sanki peşimizdeymiş gibi davranıyordu. Tam ne olduğunu soracaktım ki, “Eğil!”…
Silah sesleri kulaklarımı tırmalarken bir yandan da Atabey beni bir yere götürüyordu. Bu neydi şimdi? Çatışmanın ortasında ne işim vardı benim? Ben buraya tatil yapmaya gelmişken şu an neden mermilerin arasındaydım? Koşarak adamlardan uzaklaşmaya çalışıyorduk. Rastgele bir otelin içine daldık. Bekleme salonu tıka basa doluydu. İşte o an salon sessizliğe büründü, bütün bakışlar üzerimizdeydi. O on saniyelik sessizlik beynimi biraz olsun rahatlatmıştı derken adamlar da aniden içeri daldı. Biz tekrardan koşmaya devam. Artık koşacak gücüm kalmamıştı. Atabey de yorulmuş, adımları iyice yavaşlamıştı. Bizi kovalayan silahlı adamlardan da bir ses yoktu. Durduk.
Atabey gülmeye başladı. Komik bir şey mi vardı acaba? O gülünce sanki onu tanıyormuşum gibi hissettim. Cidden mi? Lütfen, lütfen, lütfen o olsun. Sanki aklımı okudu, “Tanıdın mı şimdi?” dedi. O an kendimden utandım. Onu ilk başta tanıyamamıştım. “Özür dilerim , çok özür dilerim…” dememle sarılmamız bir oldu. Geri döndüğüne inanamıyordum. “Neredesin sen allahın cezası..” Yılların ardından Türkiye’ye dönmüş. Hatta Ankara’da yaşıyor olmamıza rağmen benim için İstanbul’a kadar gelmiş. Bu olan her şeyin bir oyun olduğunu söyledi. Yurt dışından da dün gelmiş. Burada olduğumu öğrenmiş sonra da tüm bunları kurgulamış. Oturduk uzun uzun sohbet ettik. İyi ki de gelmiş. Bana yurt dışında neler yaptığını anlattı. Ben de aynı şekilde o yokken neler yaptığımı anlattım. Çok özlemişiz birbirimizi. Geldiğini bu şekilde fark ettirmesi bizim için harika bir anı oldu…..Uyandığımda saat gece üçtü.