Yaklaşık 4 buçuk milyar yıl önce bir yıldız oluştu. Etrafına kendi çekim kuvvetiyle asteroidleri, kaya ve buz parçalarını çekti. Böylece kendine ait 8 gezegene, 5 cüce gezegene ve 2 büyük asteroid kuşağına sahip oldu. Cüce gezegenler çok soğuktu ve güneşten çok uzaktı. Asteroidler çok küçüktü ve hızlıydı. Gezegenlerden Neptün, Uranüs, Jüpiter ve Satürn tamamen gazlardan ve ses hızında esen rüzgârlardan oluşuyordu. Kalan 4 kayalık gezegenlerden güneşe en yakını ve en küçüğü olan Merkür çok ama çok sıcaktı. Venüs dışarıdan güzel bir gezegen gibiydi ama atmosferi, kayaları ve toprağı çok zehirliydi. Mars mı? En iyisi o olabilirdi ama atmosferi inceydi ve su bulunmuyordu. Geriye yaşam olabilecek tek bir gezegen kalıyordu, ismi Dünya idi. Ancak Dünya da daha yeni şekilleniyordu, kızgın lav okyanusları ve her dakika patlayan volkanlarla tam bir cehennem gezegeni idi.
Yıllar birbirini kovaladı. Gezegenler tam bir düzene oturdu. Dünya daha da soğumuştu ama Mars’tan bir farkı kalmamıştı. Tam o anda Dünya’ya asteroidler yağmaya başladı. Aslında bu yeni oluşmuş bir yıldız sisteminde hep görülen sıradan olaylardan biriydi ama bebek Dünya’ya yağanların içinde özel bir bileşen vardı: “su” Çok eser miktarda olsa da bazı katılaşmış lav çukurlarını doldurdu. Peki ama bu su yaşama yeter miydi? Milyon yıl sonra, bebek Dünya’ya neredeyse Merkür boyutunda bir cisim çarptı ve kopan parçalar Dünya’nın tek doğal uydusu olan Ay’ı oluşturdu. Milyonlarca yıl geçti ve Ay ile Dünya birbirlerini süper bir düzene oturttular. En sonunda ayın çekim kuvveti ve gelgitleri sayesinde Güneş sistemindeki ilk su okyanusu oluştu. Bu arada Dünya’nın kalan atmosferi de oluşmuştu. Yine birkaç milyon yıl geçti ve Dünya’nın ilk yaşam çağı başladı. Küçük yeşil bir yosun, büyük mavi bir okyanusun ortasında oluştu. Yıllar yılları kovalarken bu yosunlar gelişip farklı mikroskobik canlıları oluşturdu. Yaşam daha da gelişti ve su yosunları, su bitkilerine ve çiçeksiz bitkilere evrimleşti. Daha sonra basit yumuşakçalar evrimleşti. Ammonitler bunların ilk örnekleri idi. Bu canlıların ölüleri de bizim şu anda kullandığımız fosil yakıtların birçoğunu oluşturdu. Basit yumuşakçalar mercanlara ve basit kemikli balıklara evrimleşti. Su altı sürüngenleri evrimleşti. Fark ettiyseniz, şimdiye kadar hiç karadaki hayvanlardan bahsetmedim. Bitkiler karayı keşfetmişti ama hayvanların karaya ayak basması için birkaç bin yıl daha geçmesi gerekiyordu. İlk bir su altı kertenkelesi -ismi ichtiyostega- karaya çıktı ve hem karada hem de suda yaşadıklarından, onlara anfibilerin diğer adı olan iki yaşamlılar adı verildi. Amfibiler, bir süre yumurtlamak için karaya çıktılar ve geri suya girdiler. Tamamen kara yaşamına geçmeleri için birkaç bin yıl daha geçti. Bütün bu olayların sonucunda yaklaşık 210 milyon yıl önce amfibilerin karada yaşamaya tamamen adapte olduğu ve ilk sürüngen çeşitleri olan dinozorların evrimleştiği çağ olan Trias Çağı başladı. Bu çağda çiçekli ve çiçeksiz bitki örtüsü arttı, etobur ve otobur dinozorlar bir döngü içinde yaşadılar. Böcek ve eklem bacaklı çeşitliliği fazlasıyla arttı. Daha sonra yüzlerce farklı türden oluşacak ilk dinozor gruplarının ataları olan türler, bu devirde ortaya çıktı. Bu devirden sonra Jura Devri geldi. Bu devirde sıcaklıklar çok arttı, böylece ilk tropik yağmur ormanları ortaya çıktı. Soğukkanlı canlılar olan dinozorların büyüklükleri ve şatafatları da arttı. Bu devrin başlarında henüz ortaya çıkmamış iki omurgalı canlı grubundan biri olan memeliler evrimleşti. İlk memeliler, ufak fare ve böceklerdi. Bu devirde eskiden Pangea adı verilen tek dev kara parçası ayrılmaya başladı ve tek büyük okyanus olan Panthalassa’yı çevreledi. Kıtalar tam olarak ayrılmamıştı ama şimdiki şekline yaklaşmıştı. Sonraki gelen ve dinozor hükümdarlığının sona erdiği devir ise Kretase Devri’ydi. Bu devirde tropik iklim dağıldı, farklı iklim çeşitleri gelişti. Artık dinozorların aile ağacı yüz binden fazla türe sahipti. En büyük etobur ve otobur dinozorlar bu devirde ortaya çıktı. Bu devirde kuşların ataları olan uçan sürüngenler, devrin sonlarına doğru da ilk kuşlar evrimleşti. Deniz sürüngenleri de dinozorlar gibi muazzam boyutlara ulaştı. Memeliler o kadar büyüyemedi, çünkü hâlâ karanın, denizin hatta havanın hakimleri bile sürüngenlerdi. Dünya böyle güzel ve huzurlu -yani olabildiğince huzurlu- bir biçimde yaşarken tam 65 milyon yıl önce artık bebek olmayan Dünya’nın yüzeyini kara bulutlar kapladı. Dinozorlar şaşkındı çünkü bu gezegende milyonlarca yıl yaşamalarına rağmen hiç böyle bir olaya tanık olmamışlardı. Kara bulutlar gittikçe çoğaldı. Dünya dumandan karanlığa gömüldü ve BAM! Büyük bir meteor, bugün Meksika’nın yanındaki Yucatan Körfezi’ne düştü. Bina yüksekliğindeki tsunamiler, gezegenimizin her yanında bir biri ardına patlayan volkanlar ve bu da yetmezmiş gibi atmosferi tamamen kaplayan zehirli gaz tabakası neredeyse bütün canlıların zincirleme bir şekilde ölümüne neden oldu. İlk başta bitkiler atmosferdeki gazlardan zehirlenerek öldü, otçul dinozorlar aç kalıp yine gazlardan dolayı öldü. Etçil dinozorlar, otçul dinozorların ölülerini yiyerek dayanmaya çalıştılar ama giderek artan gaz tabakası onların da ölümüne neden oldu. Az önce kurduğum cümlede neredeyse her canlı öldü ifadesini kullanmıştım. Evet, her canlı yok olmadı; memeliler, bazı balıklar, timsahlar gibi türler hayatta kalabildi. Bu yok oluşun ardından yıllar yıllar geçti ama doğa her zaman yaptığı gibi kendini yenilemenin bir yolunu buldu ve memelilerin çağı oluşturdu. İlk memeliler daha büyüdü ve daha çeşitlendi. Kuşlar, sürüngenler ve balıklar da çoğaldı ama bu düzen pek sürmeden Buzul Çağı başladı. Dünya’nın çok büyük bir kısmı buz örtüsü ile kaplandı. Hayvanlar kendilerini soğuğa adapte ettiler ve bir çağ daha kapanmış oldu. Doğa, her canlı türünün mükemmel bir uyum içinde yaşadığı yerdir; çeşitliliğin, yeniden doğuşun ve evrimin tam kelime anlamıdır, kısacası hayatın kendisidir.
Vay be! Gerçekten hiç soluk almadan yüzlerce sayfa yazmış gibi hissediyorum. Peki, asıl sorumuz şu: Ben bunca şeyi neden anlattım, hem de blog konularında? “Yaşamın ortaya çıkışını bütün detayları ile uzun uzun anlatınız.” diye bir konu olmadığı hâlde. Ben bütün bu satırları karşımdaki okuyucu, belki bir Türkçe öğretmeni, belki Beştepe Bloggers editörü, belki de sadece okulumuzun blog sitesinde gezinen sıradan bir insan olarak olağanüstü doğa anamızın yaptıklarını nasıl tam anlamıyla harap ettiğimizi kavraması için kaleme aldım. Okulumuzda “Global Perspectives” diye bir ders neden var hiç düşündünüz mü? Tabii ki de doğanın önemini kavrayalım, bilinçlenelim ve bildiklerimizi herkese anlatalım, diye var. Her neyse, insanların nasıl geliştiğini hemen anlatayım. İlk insanlar ki biz onlara daha çok mağara adamı deriz, normal bir canlı türü gibi avcılık-toplayıcılık yapardı. Kendilerine ev olarak mağaraları seçmişlerdi. Daha sonra ağaçlara barınaklar inşa ettiler, kendilerine silahlar yaptılar ve doğaya tam anlamıyla ağızları açık bakakaldılar. Sonrasında yapı malzemelerini keşfedip köyler inşa ettiler. Ateş onlar için belki de en büyük buluş oldu. Yemekleri pişirdiler ve farklı yemek kaynakları keşfettiler. Yeter mi, yetmedi. Matematiği ve basit bilimi buldular. Merak ettikleri her şeyi araştırdılar. Bulduklarını kanıtladılar ve çocuklara anlattılar. Objelere tapmaya başladılar. Onlardan büyük iyilik dilediler. Hayvanları çitlerle kapattıkları yerlere sokup onlardan et ve süt aldılar. En büyük buluşlarından biriydi tarım. Ekinlerini nasıl büyüteceklerini araştırdılar, hayvanları bunun için de kullandılar. Daha da büyük bir buluş ise dil idi. İlk şehirleri kurdular, krallar ve köleler yaptılar. Yazıyı buldular, iyi ki de bulmuşlar yoksa ben şu anda yazıyor olamazdım. İşlerini kolaylaştıran daha birçok alet buldular, içlerinden belki de en acımasızı paraydı. İnsanlar fakir ve zengin olarak ayrıldı. Beton yapılar yaptılar, sırf güzel dursun diye ağaçları kesip arazileri betonla kapladılar. Artık bütün doğaya olan hayranlıkları yerini tiksintiye bırakmıştı. Yıllar hızla geçti, insanlar yüzünden yüzlerce canlı türünün soyu tükendi. Fabrikalar ile çok daha fazla üretim yapıp doğaya bir o kadar da atık attılar. Doğa neden kendisini her zamanki gibi yenilemedi? Çünkü bunun için zaman gerekirdi ancak karşısında her saniye daha da canavarlaşan bir canlı vardı. Şimdilerde doğanın sınırlarını zorlamaktayız, böyle giderse cennet gezegenimiz bir çöp tenekesine dönecek. İnsanlığın amacı bu değildir, değil mi? Bu konudaki metinler genelde “Buna artık dur demeliyiz!” diye biter. Ben ise şöyle bitiriyorum: Bu işe sadece dur demek yetmez, gereğini yapmak gerekir. Yoksa sonumuz kokuşmuş bir çöp tenekesinde biter.