Geçtiğimiz aylarla arkadaşlarımla kendi aramızda bir söz vermiştik, yaz tatilinde beraber kampa gidecektik. Isınmış ve güneşli havalar, sınan streslerinden uzaklaşmamız ve okul bittiği için tamamen kendimize ait üç aya sahip olmanın yarattığı mutluluk ve sarhoşluk etkisiyle yola koyulmuştuk. Görece uzun ancak keyifli bir araba yolculuğunun ardından kamp alanına varmıştık.
Çadırımızı kurduk, eşyalarımızı kamp alanına taşıdık ve yanımızda hiç yakacak malzeme almadığımı fark ettik, oysa ihtiyacımız olan her şeyi getirdiğimizden oldukça emindik. Üç arkadaş gitmiştik ve kamp alanına yerleşirken diğerlerinin yaptığı işler benim yaptığım işten daha yorucu olduğu için adil buldum ve yola koyuldum. Karşımda olduğunca heybetiyle dikilen gövdeleri kalın, boyları uzun, yaprakları yemyeşil ağaçlar karşısında adeta büyülendim. Aklımda bazı sorular uyandı, acaba bu ağaçlar kaç yaşındaydı, dedemden yaşlılar mıydı, peki ya onun dedesinden? Bir yandan dal topluyordum, bir yandan da aklımda daha farklı fikirler belirmeye başladı. Kendime engel olamıyordum, soru üstüne soru soruyordum derken bir çağlama sesi duydum.
Kendimi bildim bileli su hep beni kendine çekerdi, suda farklı bir şey vardı. Sesin kaynağına doğru yürümeye başladım ve gördüklerim karşısında şoka uğradım. Bu kadar muhteşem bir şey nasıl olabilirdi? Kamp alanını araştırırken bu nehrin varlığını öğrenmiştim ve birkaç fotoğrafını görmüştüm ancak hiç de fotoğraflardaki gibi değildi. Genişliği on metre kadardı, suyu kristalden daha şeffaf, en temiz sudan bile daha temizdi. İçindeki en ufak balığa kadar her şey görülüyordu. Nehrin nereye aktığına baktığımda denizi gördüm. Denize kadar kıvrıla kıvrıla giden bu menderesi takip etmeye başladım. O nereye kıvrılırsa takip ettim, saatlerin nasıl geçtiğini fark etmedim. Bütün bu dalgınlığıma rağmen güneşin batmak üzere olduğunu fark etmeyi başardım. Geldiğim yöne dönmeye başladım ve o an ne kadar yorulduğumu fark ettim. Ayaklarıma kara sular inmişti. Bütün yorgunluğumla, ağrıyan ayaklarımla ve elimdeki dallarla nehrin aktığı yönün tersine doğru yürümeye başladım. Bir süre sonra dayanamayıp dinlenmeye başladım. Güneşin batışını izledim ve ne yapacağım konusunda endişelenmeye başladım. Zaten nasıl döneceğim konusunda emin değildim, üstüne bir de karanlık çökünce hiçbir şey göremeyeceğimi fark ettim. Henüz alacakaranlıkken kendime sığınacak bir yer bulmalıydım.
Ormanın içine doğru yürümeye başladım. Bir ağaç kovuğu aramaya başladım, orman gibi bir yere göre uyumak için oldukça güvenli ve korunaklı bir yerdi. Çok geçmeden bir ağaç kovuğu buldum ve elimdeki dalları ağaca yasladım. Acıkmamıştım ve uyursam daha az enerji harcayacağımı düşündüğümden uyumaya çalıştım ama içerisi hiç rahat değildi. Her yer böcek kaynıyordu ve sırtım ağrımaya başladı. Bütün bu koşullara rağmen yorgunluğum galip geldi ve uyumayı başardım.
Sabahın ilk ışıklarıyla midemin gurultularıyla uyandım, her yerim ağrıyordu. Suyun sesini duyabiliyordum ve nehirden uzaklaşarak yürümeye başladım. Henüz yüz metre yürümemiştim ki ileride kampı gördüm. Kendimi aşağılamaya başladım, azıcık daha yürüsem kampı bulacakmışım. Hem arkadaşlarımın korkudan ödleri kopmayacakmış hem de rahat bir uyku çekecekmişim. Kamp alanına vardım ve arkadaşlarımı uyandırdım. Beni gördüklerine sevinsinler mi endişelendirdiğim için kızsalar mı bilemediler. Onlar için bu kampın tadı tuzu kaçmıştı. Onları nehrin kenarına götürerek gönüllerini alacaktım ancak çok acıkmıştım ve yemeğe yumuldum. Her ne kadar berbat bir başlangıç yapmış olsam da kampın kalan günleri gerçekten benim için unutulmaz bir anı olarak kalacaktı.