Bir Şiirlik Can

Gördüğüm rüyanın ertesi gün gerçek olacağını bilseydim keşke diyoruz bazı küçük tesadüflere… Keşkelerle dolu hayatlarımızda bazen dostumuz olmuyor uykular. Düşünceler denizinde alabora olduğumuz yaşamların bize nasıl bir yol çizdiğini tahmin edemeyebiliyoruz iyi sandığımız, anlık bir yanılsama; kötü sandığımız ise gelecekteki iyi kimiz olabiliyor. Bazen sonunu bilmek istediğimiz durumlarda muhtemel sonu farklı hayallerle süslüyoruz. Mesela yüzyıllardır oynanmasına rağmen hiçbir seyircinin sahneye çıkıp Romeo’nun zehirli iksiri içmesine engel olduğunu duymadık ya da sonunda geminin yarılacağını ve batacağını bilmemize rağmen Titanic izleyicileri birçok kez Rose ve Jack’in ihtişamlı ve bir o kadar da imkansız aşkına şahitlik etti. Duygularımızdan korkuyla kaçarak yaşamak kendimize büyük bir haksızlık olurdu çünkü Romeo ölmeli, Titanic batmalı ama yaşanılacaklar özgürce yaşanmalı. Peki ama neden o küçük tesadüfler -rüyalarımız- bu kadar ulaşılamaz geliyor?

Even Kate Winslet thinks Rose let Jack die in 'Titanic' - Chicago Tribune

Perde perde geçen bu hayatta belki de ilk kez dünyadan uzak o büyülü evrende olmayı dilemişti… Ertesi sabah uyandığında taşradaki küçük yuvasında değil 19. yüzyıl Londra’sında bir kraliyette olmak istemişti. Belki de o sabah komşusunun horozu yüzünden değil de çalışanları tarafından uyandırılmalıydı, Sabah hasadı kavramından çok uzak olup tek derdinin o gün giyeceği korsesi ve eteğinin uyumu da olabilirdi, çayını yudumlayıp nazik bir centilmenin ona bir teklifte bulunmasını, en pahalı çiçekleri getirmesini beklerken aynı zamanda anonim şekilde yayımlanan bir derginin içindeki dedikodulardan bihabermiş gibi davranabilirdi…

Uyandığında düşündü… Cidden aradığı mükemmel hayat insanların hayatlarının belli bir yaşına geldikleri anda diğer yaşıtlarıyla yarıştırılıp en iyi eşi bulabilmek miydi? Neden nazik bir centilmene ihtiyaç duyacağı görüşü aklına kazınmıştı, gazetecilerin düşüncelerini özgürce dile getiremediği bir ortamda huzur ve güven ortamı nasıl sağlanabilirdi ki?

”Kraliyet balosu” bu iki kelime resmen onu büyülüyordu en güzel çiçeklerle süslenmiş büyük ama zarif topuzlar, en iyi ipekten yapılan bir elbise, saten eldivenler ve içten bir gülümse ile ürkek ve utangaç bakışlar… Neredeyse düello denebilecek kadar rekabet dolu bir ortam, yetiştirdikleri kızlarının en asil duruşu sergilemesini, oğullarını ise en münasip kızla tanıştırmaya çalışan anneler…

Bridgerton's Costume Designer On The Netflix Show's Best Outfits | British Vogue

Rüyasını hatırladıkça kendi idealleri onun gururunu incitiyordu. Nasıl tek hayalin bir dük, prens  ya da varlıklı bir ailenin veliahtıyla evlenmek olduğunu kabullenemiyordu kendisini geliştirip kendi kendisinin prensi olma fikri ona her zaman daha hoş geliyordu ama rüyaları onun bir yanılmacanın içinde olduğunu gösteriyordu.

Sonbahar ve turuncu yapraklar 19.yüzyıl Londra’sında güven bırakmayan çıkar ilişkilerini anlatıyordu yani genç kızların tuzaklarla dolu, dönmenin yasak olduğu şu anki dünyadan çok uzak hayatlarını… Zorlamadan vazgeçmek ve kendi hayatlarına odaklanmak belki de onlar için imkansızdı. Kız çocukları olacağını öğrenen babaların veliahtları olmayacağı için üzülmesi, annelerin ise onları kızlarının arzu ve isteklerinden uzak mükemmel bir eş adayı olarak yetiştirmesi kesinlikle onların tercihi değildi olmamalıydı da. Toplumun baskısı ve kuralları her ne kadar reddetsek de bizimle beraber olduğu gerçeği özgürlüklerine bir prangaydı.

O yüzden hayalleri ona sahip olduğundan daha ilgi çekici geliyordu. İnsan bilmediğine imreniyordu oysa ki göründüklerimiz ve yaşadıklarımız uyuşmayabiliyor tıpkı hayallerimiz ve rüyalarımızın düellosunda olduğu gibi. Bu rüyası ona bir şey öğretmişti: Uzaktan her şey güzeldi ve rüyaları onun zihninin sihirli değneği ile yarattığı yadsımalardı.

(Visited 130 times, 1 visits today)