Gerçeklik nedir? Bu konu hakkında hiç düşünmüş müydünüz? Gerçeklik dediğimiz şey belki de gerçek değildir bile ancak biz, bize rasyonel gelen verileri birer birer birleştiriyoruz ve buna gerçeklik adını veriyoruz. Pekala bu bakış açısından bakıldığı zaman gerçeklik tek değildir ve olamazmış gibi geliyor, siz ne düşünüyorsunuz?
Bana soracak olursanız gerçeklik tek bir şey değildir de bir sürü ipin bir araya gelip oluşturduğu kocaman, kalın bir halattır. Yani tek bir gerçeklik yoktur ancak bizim içinde yaşamak zorunda olduğumuz mutlak bir gerçekliğin olduğu yadsınamaz. Fantastik dünyalar gerçeklik değildir demiyorum fakat bizim içinde yaşadığımız gerçekliğe çok yakın olduklarını da düşünmüyorum. Bu gerçekliklerin büyük bir çoğunluğunu kitaplardan, hikayelerden, film ya da dizilerden deneyimleme şansı yakalayabiliyoruz ancak aradaki sınırı bilmek bence çok önemli, bazen hayatın yoğunluğundan kaçmak istediğimizde bu sınırı göremeyip kendimizi kaptırabiliyoruz. Bunun hayatlarımızda nasıl etkileri olduğunu tartışabiliriz ama bu kitapları ya da filmleri çok genelleyebiliyoruz bu yüzden bu konu hakkında herhangi bir yorum yapmadan önce sizlerle bunları nasıl ayırabileceğimizden bahsetmek istiyorum, daha sonra ne düşünmek istedikleriniz tamamen size kalmış. Anlatıcınız olarak benim görevim objektif kalarak sizlere yeni bir bakış açısı kazandırmaya çalışmaktan ibaret.
Birçok insan kitap okuyor olmanın sinema kültürüne sahip olmaktan daha üstün olduğunu düşünüyor olabilir, bunun nedenini hiç merak ettiniz mi? Ben zaman zaman bunu sorguluyorum çünkü etrafıma baktığımda bir kitabı okumadan önce filmini izlediğini söyleyen insanların çoğu kez küçümsendiğini hatta arada bir de eleştirildiklerini gözlemliyorum. Edebiyatın sanat olduğunu kabul ediyoruz da iş neden sinemaya gelince bunu görmezden geliyoruz? Belki de kitabı okurken iş biraz da hayal gücüne kaldığından biz kitap okuyanlar kendimizi daha çok uğraşıyor gibi hissediyoruzdur. Bilmediğimiz ya da çoğu zaman atladığımız yegane şey ise filmlerin yapım aşamalarında göz önüne alınan püf noktalar ve bu noktaların bizler üzerindeki etkileri. Belki de bu yüzdendir ki filmlerdeki karakterler bizi kitaplardaki karakterlere kıyasla etkilemeye daha çok meyillidirler.
Maruz kaldığımız hikayeye göre ana karakterimiz de değişir ve biz tek seferde birçok yeni kişinin ayakkabılarının içinde olup onların yaşadıkları şeyleri aynı heyecan, ümitsizlik ya da stres ile yaşayabiliriz ki bu da bizi kendi yaşadığımız gerçeklikten koparıp fantastik, romantik hikayelere şahit ettirebilir ya da yepyeni ütopyalara sürükleyebilir. Arada çok ince bir çizgi vardır, her ne olursa olsun bunu kaçırmadığımız sürece bence hiçbir problem yok. Etkileneceğimiz karakterler filmlerde de kitaplarda da karakterlerdir sonuçta, Otomatik Portakal okuyup Alex gibi bir kahramandan etkilenebildiğimiz gibi Jane Eyre izleyip Jane gibi bir kahramandan da etkilenebilirsiniz.
Farklı bir bakış açısından bakacak olursak ise filmlerdeki görsellik çok daha fazla olduğundan Otomatik Portakal ya da Cinnet gibi filmleri izlerken maruz kaldığımız şey sırf karakterler değil aynı zamanda da çeşitli sahneler ve atmosferlerdir de. Bu iki filmin yönetmeni de aynı olmakla beraber kullandığı teknik de çok etkileyicidir, vahşet yahut şiddet içeren sahnelerin arkasına yavaş yavaş hızlanan ya da sakin müzikler koyarak izleyiciyi tedirgin eder ve asla unutamayacakları sahneler çekebilir. Bu filmlerin kitaplarında eksik olan şey ise budur, görsellik. Şiddet içerikli sahneler genellikle bizim kafamızda canlandırabildiğimiz ya da canlandırdığımız kadarıyla kalır. Efektler, arka planda çalan tedirginlik verici bir müzik ya da bizi etkileyen belli bir atmosfer yoktur, sinema sanatı bunların hepsine sahiptir. Sinemada yalnızca karakteri değil, ortamını da rahatlıkla benimseyebileceğimiz renkler, sahneler, mekanlar hatta çoğu zaman renk paletleri gibi elementler kullanılır.
Bu kitaplar etkileyici değil anlamına mı geliyor? Elbette hayır, Dönüşüm’ü okurken yaşadığım tedirginliği ve hissetmiş olduğum “aileye yük olma” hissiyatını yalnızca ben değil tüm kitapseverler anlayacaktır ancak ben bunlara görsel olarak maruz kalmadım bu yüzden betimlemelerden yola çıkarak kafamda bambaşka bir dünya ve sadece kendimce etkilenebileceğim karakterler yarattım, bu kitabı okuyan herkes benim kadar etkilenmemiş olabilir bu sebeple. Öte yandan, kitaplardaki karakterler olmasa da kullanılan dilin günlük yaşantımızı büyük bir yönde etkilediğini söylersem yalan söylemiş olmam bence. Daha eski kelime ve jargonların geçtiği bir kitabı okuduktan sonra kelime haznemiz o kelimeleri kendi bünyesine alabilene kadar adapte olmak amacıyla gündelik yaşamımızda sıkça kullanıyoruz. Fazlaca bu kitaptan örnek verdim lakin karakter olarak da hikaye olarak da hatta ve hatta dil olarak da beni en çok etkileyen elementlere sahip olan, en sevdiğim kitaplardan biridir de kendisi, Otomatik Portakal’ı okuduktan sonra aylarca “gördüm, baktım” diyememiş bunun yerine “dikizledim” demiştim. Buradan da Anthony Burgess beyefendiye bu kitap için yaratmış olduğu Rusçayla karışık dil için teşekkür etmiş olalım.
Sonuç olarak, kitaplar etkilemiyor değiller. Bilakis fazlaca etkiledikleri kanısındayım yalnız filmler görsellik açısından izleyiciye etkilenebileceği ya da kafasından atamayacağı sahneler verme konusunda biraz daha etkili. Bu da bazı filmlerin izlenilmesini yaş fark etmeksizin sakıncalı kılmakta, gerçeklik algısı sağlam olmayan insanlar daha dikkatli olmalılar bence. Yine de etkilenen kişi kitaplardan da filmlerden de etkilenebilir… Bu yüzden kitaplar ve filmler değerlendirilirken belli süzgeçlerden geçilmeli ve buna göre değerlendirilmelilerdir…