Gözümü kapattım, açtım; dünya altüst oldu. Bir göz kırpmasıyla her şey değişti. Ciğerlerime hücum eden nefesi serbest bıraktım, bir daha öylesine ferah öylesine özgür bir nefes ablukasına alamadı beni. Uyudum, uyandım; eski hayatım rüyalarımdaydı artık, rüyalar bitince bir kabus başlıyordu…
Bundan tam on iki ay önce sabah o nefret ettiğin alarmın sesiyle erkenden kalkıp bir kahve ya da içini ısıtacak bir çay hazırlıyordun kendine, sonra hazırlanıp işine gidiyordun. Ne kadar yorgun hissettiğin için içten içe hayatının kötü olduğunu düşünsen de biliyorum; sen de mutluydun.
Bundan tam on iki ay önce erkenden kalkar, telaş içinde kahvaltımı yapar ve daha gökyüzü aydınlanmadan beni bekleyen servisime koşardım. Servisin diğer öğrencileri almasını izlerken kulaklığımı takar, günümün güzel geçmesi için beni mutlu edecek birkaç şarkı açardım. Sonra okula varır, bütün günümü derslerde ve aralarda arkadaşlarımla eğlenerek geçirirdim. Eve yorgun gelir, ödev yapıp ders çalışır ve yine yorgun bir şekilde ertesi gün aynı maratona hazırlanabilmek için sıcak yatağıma girer uyurdum. Yine bilirdim, ben mutluydum.
Bundan on dört ay önce kocaman bir ormanda kendi hallerinde yaşayan koalalar vardı. Bir gün bir yangın çıktı, o küçük canların evleri kül oldu. Sadece evlerini de kaybetmediler, onlar canlarından can kaybettiler. Oysa yangının onlarla hiçbir alakası yoktu. Yangın insanoğluna aitti, insanoğlunun içinde hırsın alevleriydi bunlar. Bu hırsın sebebiyse paraydı; daha çok para, daha çok zenginlik, daha çok lüks… Hırslarımız uğruna dünyayı değiştirdik, gün geçtikçe öldürdük onu ve yaptıklarımızın bedelini yine hiçbir şeyden haberi olmayan masum canlar ödedi.
Bundan on ay önce Elazığ’da insanlar sıcak evlerinde yaşıyorlardı. Başlarını sokacak bir çatıları vardı. Bir gece bir deprem oldu; o güvenli çatıyı değil, canlarını da kaybettiler. Uzak değil, birkaç hafta öncesinde aynı acıyı tattı İzmir. Küçücük bebekler, kediler, köpekler… Hatta muhabbet kuşu bile çıkarıldı o enkazdan. Kimisi ailesi kaybetti, canı kurtulmuş diye sevinsin istiyorlar! Neydi peki onca canı alan? Cevap içimizde, kalbimizin bir köşesinde yer eden o pis duygu: hırs. Daha az para harcayayım, daha kârlı çıkayım diye malzemeden kaçınan mühendislerin, mimarların ve o evlerde yaşamanın tehlikeli olduğunu bile bile biraz daha para kazanmak uğruna insanlara satan müteahhitlerde suç. Lakin deprem değil, insanlar öldürür.
Gözlerimizi bu denli kör eden bu “gücün” bizi ele geçirmesine neden izin veriyoruz? Belki de her şeyin değişmesi için oturduğumuz yerden konuşarak başkalarının harekete geçmesini beklediğimizdendir… Belki de konu değişim olunca bir anda küçücük bebekler gibi adım atmayı unutmamızdandır… Dünya gün geçtikçe daha da kötüye gidiyor, gün geçtikçe felaketler çoğalıyor ve gün geçtikçe bir değil birkaç adım birden yaklaşıyoruz ölümün o soğuk pençesine. Gerçekleşmeyeceğini bilsek bile çabalarsak eğer, belki bir gün bir mucize olur ve bir el dokunur omzumuza; mutluluktan dolan gözleriyle bakar ruhumuzun derinliklerine ve insanın yüreğine umut tohumları serpecek olan o emsalsiz kelimeyi söyler: “Başardık.”