Bir Devrin Kapanışı

Evet, işte tam da buradaydım. Etrafıma bakındım. Koşuşturan hekimler, ne yapacağını şaşırmış bir şekilde birbirine bakan subaylar ve askerler, ve en önemlisi de hasta yatağında yatan Atatürk. Başarmıştım! 8.5 yıldır uğraştığım zaman makinemi sonunda yapabilmiştim.

Aklımdan tam bu düşünceleri geçirdiğim sırada gözüm saate kaydı. Saat 8’i 19 geçiyordu. Saatin tik-tak  seslerinden içim ürpermişti. Kimse beni göremiyordu ama ben her şeyi olması gerektiğinden çok net görüyordum bu da içimin ürpermesine sebep oluyordu. Dakikaların hızla ilerlediği sırada her geçen saniye hekimlerin, askerlerin hareketleri daha da hızlı bir hal alıyor ve aynı zamanda gözlerinin içerisinde gördüğüm tedirginlik ve korku hali büyüyordu.

Dönüp yatakta yatan bu zamanın Türkiye’sinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün solgun, bembeyaz yüzünü ve hastalıktan zayıflamış vücudunu görmek, içimin kan ağlamasına sebep oldu. Bu siroz nasıl bir hastalıktı böyle? Ata’mızı içten içe yiyip bitirmişti adeta. Dakikalar hızlıca ilerlerken kapıdan içeriye Dr. Nihat Reşat Belger girdiğinde durumun ciddiyetini farkındaydım. Doktor, içeri ilk adımını attığı gibi sanki bir duvara çarpmışçasına gözlerindeki o şaşkınlığı ve dehşeti koruyamadan durdu. 5-6 saniyeliğine durup Mustafa Kemal’in yüzüne duygusunu anlayamadığım bir yüz ifadesiyle baktıktan sonra omuzlarını dikleştirdi, elini önlüğünün ceplerine koydu ve hızlı adımlarla yürümeye başladı sanki ölüm kapıda sessizce bekliyormuşçasına. Saate dönüp baktığımda 8’i 45 geçiyordu. Dakikalar pek hızlı ilerliyordu ve doktor bile bunu durduramıyordu. Her geçen saniye doktorun umudu azalıyormuş gibi kafasını bir sağa bir sola çeviriyordu. Doktor kontrolü tamamladıktan sonra Mustafa Kemal’e sanki son kez bakıyormuş gibi özlemle bakıp arkasını döndüğü gibi gözlerinden süzülen 2 damla yaşı göstermemeye çalışarak odayı hızlı bir şekilde terk etmişti.  Saate baktığımda gördüm ki 9:00’dı. Bu koşuşturmalar bitmiş, doktorlar ve askerler odayı terk etmiş, 1-2 kişi kalmıştı. Kimse neden hiçbir şey yapmıyordu böyle? Aklım almıyordu. Dönüp Atam’a baktığımda ise dudaklarının beyazladığını, parmak uçlarının da sarardığını görmemek elde değildi.

Bu sessiz odadan 9’u 3 geçe kısık bir sesle çıkan ‘Aleykümselam’ sözü ile oda adeta siyahlara bürünmüş, yas kokuyordu. Bu sözcük, odadaki herkesin yüzüne adeta bir tokat gibi çarpıp, bir mermi etkisi yaratmıştı insanların suratlarında. Doktor Mustafa Kemal’in yanına gidip, iki parmağını nabzını kontrol edermişçesine boynuna koyup 10-15 saniye durduktan sonra herkese dönüp kireç gibi kesilmiş suratıyla başını sağa-sola salladığında Dünya o saniyeliğine durmuştu saki. Dışarıda insanlar hareket etmiyor, odadaki insanlar konuşmuyor, gökyüzünde uçan kuşlar olduğu yerde duruyor ve saatten çıkan o rahatsız edici tik-tak sesi duyulmuyordu artık. Bu, bir devrin kapanışına işaretti işte…

(Visited 4 times, 1 visits today)