Sabah uyandığımda gayet normal bir sabahtı benim için. Haberlere bakmaya karar verdim. Televizyonu açtığım an “Çöplükte büyük patlama! Ezme makinesi patladı. Yetkililer araştırmayı sürdürüyor. Televizyonu kapattım. Kahvemi içip, polis üniformamı giyip, eşimi öpüp dışarı çıktım. Soğuk bir Ankara sabahıydı. Yapraklar uçuşuyor, köpekler havlıyor, korna sesleri geliyordu. Birkaç dilenci karşıdaki parkta yatmakta iken zabıtalar onlara yaklaşıyordu avına yaklaşan bir jaguar misali. Şansıma beş dakika kadar bekledim otobüsü.
Karakola vardığım anda karşıma amirim çıktı. Sabah saat 5 sularında Eskişehir Yolu üzerinde bir otelde bir intihar gerçekleşmişti ama çok şüpheliydi. “Başüstüne amirim!” dedikten sonra asansöre binip garaj katına indim. Ortağım Eren beni orada bekliyordu. Anahtarları alıp yola çıktık.
Tam bir kan gölüydü 425 numaralı oda. Yerde orta yaşlarında bir adamın cesedi sağ elinde ise bir Magnum.44 tabanca duruyordu. Öyle bir tabanca adamın neredeyse kafasını delmişti. Sıkıntı şuydu: silahın açtığı yara adamın şakakları veya ağız içinde değildi. Anlının ortasındaydı. Bir diğer yanlışlık da adamın solak olmasıydı. Bu sol elindeki raket tutma izlerinden anlaşılıyordu. Gelirken ortağım bana kurbanın Dirk adında, 32 yaşında Belçikalı bir tenis oyuncusu olduğunu söylemişti. Bu adamın ailesi veya kız arkadaşı yoktu. Hayata tutunmasının tek nedeni tenis, ona yardımcı olmamıştı herhalde. Adam turnuvaya gelmiş, yenildikten sonra intihar etmişti. Ama ben bunun bu kadardan ibaret olduğunu düşünmüyordum.
Cinayet mahallinden ayrıldıktan sonra ,doğal olarak, ölmeden önce “Bütün paramı Brüksel’deki Brüksel Tenis Kulübü’ne bağışlıyorum.” mektubunda bahsi geçen BTK’ye gitmemiz beklenirdi ama bunu yapamazdık. Emniyet Müdürlüğünü arayıp onlardan İnterpol’e başvurmalarını istedik. Tabi ki yanıt hayır oldu. Böylece mutsuz bir şekilde eve geldim. Karıma günümden bahsettim ve o da bana bilet alacağını söyledi, bana ve ortağıma. Kesinlikle yapmamasını tembihledim. Böyle bir saçmalık yapmazdı herhalde.
Olaya takılmıştım. Güvenlik kameralarında bir şey gözükmüyordu. Araç kayıtları normal görünüyordu. Peki bu adam otele gelip 4. kata çıkıp birisini öldürüp kimseye takılmadan nasıl otelden çıkmış ve kaçmıştı. Belki de gerçekten intihardı. Yok hayır olamazdı. Birkaç kanıtın dışında içimden bir ses bana bunu daha derin araştırmamı söylüyordu.
Adamın her şeyini öğrenmiştim. Zengin bir ailede doğup Belçika’nın en prestijli tenis okulunda sporu öğrenmiş. Turnuva 1.likleri, milli takıp derken kendini dünyanın ilk 100 tenisçisi olarak bulmuş kendini. Babası 60 yaşında kanserden annesi ise doğal yollardan 73 yaşında ölmüştü. Ailesinin zenginliği ve onun turnuva paraları birleşince serveti katbekat artmış. Sadece iki skandala karışmıştı. Bir ünlü için bu rakam gayet iyi bence.
O kadar paraya rağmen oynamaya devam etmiş ve hayatının kadınını bulmuştu. Diğer kadınların aksine bu kadın onun cebini değil kalbine bakmıştı. Beraber çok güzel 2 yıl geçirmişlerdi. Ta ki Barcelona sokaklarında gerçekleşen kazaya kadar. Kız ölmüş, tenisçimizin ise bacağı kırılmıştı. Onlara çarpan arabadaki adamın ise burnu bile kanamamıştı. Çarpan adam sadece 1 yıl yatmış ve çıkmıştı. Bir buçuk yıl sonra korta döndüğünde dünya ilk bininde bile değildi. Ama o çalıştı, hayatını düzeltti ve birden intihar etti. En ünlü maçı ise Roger Federer ile oynadığı Wimbledon maçıydı. Federer’i yenmiş ilk Grand Slam’ini kazanmıştı. En aşağı görülen maçı ise Jack Sock ile yaptığı 6 raket kırıp hakeme hakaret ettiği maçtı. Maçın sonunda hakemden binlerce kez özür dilemişti. Hakem, bu kadar ağır sözlerden sonra özürü kabul etmemiş onu diskalifiye etmişti.
Bu kadar bilgi beynimi yormuştu. Yatağıma gidip sevgili karımın yanına yattım ve anında uyudum. Sabah gözlerimi açtığımda gördüklerime inanamadım. Karım karşıma oturmuş elinde 4 uçak bileti tutuyordu. Gerçekten de korktuğumu yapmış tanesi 150 avrodan biraz fazla olan o biletlerden 4 tane almıştı. Hem neden 4 tane almıştı ki? Ben ve ortağım için iki yeterdi. Diğer iki bilet ne alakaydı?
“Bir tatile ihtiyacımız olduğunu düşünmüştüm. Eren’in eşine de sorduktan sonra biletleri aldım. Sana sürpriz olsun diye amirinle de izin olayını konuştum. Dilekçeyi imzalarsan iş tamam!” dedi. Hem sinirliydim hem de mutlu. Tatile çıkıyordum ve cinayeti araştırma fırsatım vardı. Fakat rozetimi götüremiyordum çünkü resmi bir ziyaret değildi.
Uçağa bindik ve önce İstanbul’da aktarma yaptık. Üç buçuk saat kadar sonra Brüksel Havaalanı’ndaydık. Motele yerleştik ve sokaklara çıktık. İlk gün tamamen gezdik tozduk.
İkinci gün ise hanımlar gene geziyordu. Biz ise BTK’de idik. Ders almak istediğimizi söyledik. Bir deneme dersine aldılar bizi. Derste Türkiye’den geldiğimizi ve Dirk’ün büyük bir hayranı olduğumuzdan bahsettik. Dersin sonunda yem işe yaramıştı. Ertesi gün için davet edilmiştik hem de bedavaya. Birkaç yem daha attık. Gene tuttuk balığı. Onu Türkiye’ye davet ettik. Bize özel sebeplerden dolayı gelemeyeceğini söyledi. Adamımızı bulmuştuk. Ayrıca ofisine iyice baktık ama cinayet silahı ortada yoktu.
O akşam ortağım Sherlock Holmes edasıyla tenisi iyi bildiğinden hızlı ayaklar ve strateji geliştirme yeteneklerini övdü. Bir şekilde kameralardan kurtulmuş odaya girip adamı öldürmüştü. Küçük tatilimizin (Daha çok eşlerimizin tatili olmuştu ama neyse…) sonuna gelmiştik. Ankara’ya döndük ve işe koyulduk yeniden.
Kamera kayıtlarına yeniden bakarken tam birer aptal olduğumuzu farkettik. 5. ve 6. katta gezen bir oda temizlikçisi vardı. Normalde bir odayı temizlemesi yaklaşık 15 dakika sürüyordu. Fakat 525 numaralı odada en az 25 dakika kaldı. Ortağımla bakıştık ve otele gitmek için yola çıktık.
Tahmin ettiğimiz gibi 525 no.lu odanın tavanındaki havalandırmada sürünme izleri vardı. Ayrıca kapakta bir vida eksikti. Odayı iyice aradık ve sonunda dolabın altındaki vidayı bulduk.
Katili ve cinayeti nasıl işlediğini bulmuştuk. Tek sıkıntı cinayet silahı idi. Katilin ofisine bakışmıştık. E zaten adam ofiste yaşıyordu. Otel odasını da iyice aradık ama silah yoktu. İşin en kötü yanı ise kameralara tekrar baktığımızda çok kötü yanıldığımızı farkettik.
Belçika’daki adamın yüzü ile gerçek katilin yüzü eşleşmiyordu. Gerçek katil Ulus’ta yaşayan düşük maaşlı, yaşlı bir erkekti. Onu sorgulamaya aldık. Başta ağzını bıçak açmıyordu. Fakat bir noktadan sonra konuştu. Eskiden tenis oynamaktaymış Belçika’da. Fakat daha sonra milli takım seçmelerinde onu yenen Dirk Mertens adlı genç yetenek onu ezmiş ve onu elemiş. Daha sonra dünya klasmanında bir daha karşılaşmışlar. Sonra bir daha ve bir daha… En sonunda dananın kuyruğunun koptu yer Dirk’in onun sevgilisini çalması. Adam delirmiş. Evine saldırmış ve polise yakalanmış. Lisansı iptal edilmiş ve işsiz kalmış. Hiç kimse onu işe almıyormuş. İntikam yemini etmiş. Trafik kazasında hem intihar etmek hem de Dirk’i ve eski sevgilisini beraberinde götürmek istemiş. Planı başarısız olmuş ve 1 yıl boyunca Belçika hapishanelerinde sürünmüş. Çıkınca Dirk’i yok etmek için plan yapmaya başlamış. Fırsat Belçika’ya suçlu iadesi anlaşması olmayan Türkiye’deki turnuva ile gelmiş. 3 ay öncesinde tenisçinin kaldığı otelde oda hizmetlisi olarak işe girmiş. Her odayı ve her katı avucunun içi
gibi biliyormuş aslında. Havalandırma fikri ise ona muazzam gelmiş. Ve işte elendiği gün fırsatı kaçırmadan onu, intihar süsü verip, öldürmüştü. Arkasına da izini kaybettirmek için bir “miras notu” bırakmıştı.
En ilginci ise silah. Silah başından beri çöp kutusundaymış. Cinayeti işledikten sonra alkol ile parmak izlerini temizleyip silahı çöpe atmıştı. O sabah gördüğüm haberin kaynağı bu olmalıydı. Katili tutukladık ve iki tane 1. dereceden cinayet suçundan yargılandı. Cezası müebbet hapisti.
Kendimi koltuğa bıraktım. Çok yorucu iki hafta geçmişti. Ortağım aradı beni. Kesinlikle amirden izin alıp çözdüğümüz vakaları yazmak için bir blog açmamızı öneriyordu. Ne isterse yapmasını söyledim, telefonu sessize aldım ve gözlerimi kapattım.