Bir Balon İçinde Koca Dünya

Bazen küçük bir çocuğun o uzun aralıklarla kavuşabildiği en sevdiği abur cuburu yerken ki mutluluğu, bazen ise hayatımızın bizi etkileyen bir döneminde radyoda çalan oradan ise her gün dinlediğimiz playlistimize giriş yapan o şarkının bizde uyandırdığı hüznün samimiyetiyle, kısaca iyi ve kötüyle adlandırdığımız hayatlardayız. Peki iyi ve kötünün genel birer yargı olması bencillik değil mi? Unutmamalıyız ki bizler tutkularımızla birlikte insanız…

Duygularımızın yaşadığımız hayatın yönetmeni olduğuna inanıyorum. Özgürlük mesela kimisi için sade ve yalnızlıktan ibaret bir yaşam iken, gerçek özgürlük bir şairin kol saatinin kayışına kazıdığı ismin içerdiği anılarında ve aşkında saklı. Kendini tekerrür eden bir yaşamın, yeni tasavvurlara gereksinim duyacağı kanıksanamaz bir gerçek olduğuna çoğumuz inanıyoruz. Her gün aynı alarmla uyanan, aynı kahvaltıyı yapan, hayatını neredeyse belirlenmiş bir şekilde yaşayan benliğimize büyük saygısızlık etmiş olmuyor muyuz? Hepimizin kıskandığı gülerek oyun oynayan çocukların dertleri olmadığına inanıyoruz, keşke diyoruz… Oysaki geçmişte biz de o çocuk değil miydik? Yaşayamadık mı yoksa çocukluğumuzu? Çok yorulduk ve hatırlamıyor muyuz? Kendi benliğimize göre düşünüyoruz ama zaten biz bu hayata çocukken de aynı gözlerden bakmadık mı? Her gün onu uyandırdığı için mutsuz olan insanlar varken delinmiş bir poşetin içinde kumsalı taşıdığını düşünen bir çocuğun olmasın mı güneş? Yağmurun sesinde kendi huzurunu düşünen bir büyüğün değil yağmurun uğultusunun ne anlattığını düşünen bir çocuğun olmasın mı gökyüzü? Camdan gelen rüzgarın eşliğinde deniz kenarında bir meyhanede rakısını yudumlayan büyüğün değil, küçük yaşını yosun tutmuş kollarında taşıyan çocuğun olmalı deniz. O çocuk hep çocuk kalabilmeyi başarabilecek mi?

Memnun olmadığımız durumlarda sadece birkaç küçük olay üst üste bile gelse ortamı terk etmek istiyoruz. Pek bu durumda, gitmenin kalmaktan daha meşakkatli olduğunu öğrenemedik mi? Büyük hevesle beklediğimiz tatilde hayatımızın küçük bir kısmında olan o eski dostla denk geliyoruz mesela, ilk hoşbeşin ardından yıllardır içlerinde biriktirdikleri nahoş anılarını bir çırpıda üstümüze boca edeceğinden neredeyse eminiz. Kötü bir tiyatronun mecburi oyuncusu olmak, başrol olduğunuz bir oyunda savaşan olmaktan çok daha yorucu olmaz mı?

Yorulduğumuzda nasıl dinleniriz? Uyuyarak, ormanda yürüyerek ya da sadece durarak? Sait Faik için vapur bir özgürlük kapısıdır mesela, huzur bulduğu Ada’ya ulaşacak araçtır, o kadar sever ki vapurları bindikleri kadar binmedikleri vapurları da sever. Huzurdur vapur, dinlendiricidir… Uzun ince bir yol deriz, iki kapılı han deriz, yolculuk deriz… Dünya zoru sever bizi geldiğimiz yere geri göndermek için elinden geleni yapar deriz. Hayat deriz, hayat işte. O tek kelime hayat kimileri için ise gelecek bir şeyleri beklemenin telaşını ötelemek için kendi kendimizi oyaladığı bir oyun değil midir?

Bencilim, bencilsin, benciliz… Sahip olduklarımızın değerini bilmiyoruz. Yemen’de insanlar açken biz en sevdiğimiz restoranın kapanmasına üzüldük, Suriye’de çocuklar eğitim göremezken biz okulumuz online olduğu için laf ettik, Afrika’da kıtlık varken biz karantinadan korkup makarna ve tuvalet kağıdı stoklarını bitirdik, Filistin’de seyahat hakkına sahip olmayanlar varken biz sevdiğimiz şehirleri gezemeyeceğimize yakındık.

İyi ya da kötü değil tutkularımızın peşinden giden olmak, Özgür olmak, Çocuk kalmak, vapurla huzur bulmak, kaçmadan başrol olmak… İmkansız mı? Bir daha düşünün.

 

(Visited 308 times, 1 visits today)