Bir Adım Ötesi

Güneşin ilk ışıkları göz kapaklarımda dolaşır ve beni yeni güne uyandırmaya çalışırken huzursuzca kıpırdandım. Ellerim nemli çimlerin arasından toprağa ulaşıp onu kavrayarak vücudumun doğrulmasına yardımcı olurken tek düşünebildiğim üstüme yapışmış kıyafetlerimin ne kadar rahatsız edici olduğuydu. Gözlerimi ovuşturarak ayıldığımda çevreme bakındım.

Büyük bir ihtimalle yağmur çiselemişti  ve ben bir meşe ağacının altında uyuklarken bunu fark edememiştim. Fark edemediğim bir başka şey de yorgunluğumu bir anda alıp götüren, içimi çocukça bir neşe kaplamasına sebep olan o güzel doğallıktı. Birbirinin zıttı iki kavramın doğurabileceği en güzel bebek: soluk, çekingen bir gökkuşağı.

Bu kadar yakınımda oluşmuş bu güzel bebeği sanki uyandırmaya kıyamıyormuş gibi yerimden usulca kalktım. Ve gökkuşağının tam karşısına dikildim. Bizim oralarda hep bir efsaneydi gökkuşağına bu kadar yakın olmak. ”Eğer altından geçersen tüm dileklerin gerçek olur.” derdi büyükbabam. Bu gerçek olabilir miydi? Tam istediğim gibi bir dünyanın yeşermesi, varoluşunu tamamlaması benim birkaç adımıma mı bağlıydı?

İnandım. Çünkü her şey inanmakla başlardı. Gözlerimi kapadım, istemsizce kapalı gözlerime bir de ellerimle destek oldum. Görmek istemediğimden değildi ya da görmekten korktuğumdan. Gördükten sonra elimden kaymasını istemiyordum sadece. Birkaç adım attım, geçmiş olmalıydım gökkuşağını. Önce gözlerimi açtım, sonra da ellerimi yüzümden çektim ve istediğim gibi bir dünyaya adım attım.

Yemyeşildi her yer. Çiçekler açmıştı, ağaçlarda kuşlar ötüyordu. İlerde bir yerlerde oğlaklar oynaşıyor, inekler otluyordu. O sırada gördüm yaşlı bir amcayı. Baston olarak kullandığı kırık bir dalla bir ağaca yürüyordu. Diğer elinde kesici bir alet vardı. Ağaca vardığında tüm gücüyle kesici aletini kaldırdı. Korktum ama o yine de kesici aletini indirdi ve toprağı kazmaya başladı. Avucundakileri sonradan fark ettim. Tohum olduklarını düşündüğüm küçük şeyleri toprağa gömdü ve arkasını dönüp gitmeden can sularını vermeyi unutmadı. Gülümsedim. Doğa ve insanlar… Düşman değillerdi çünkü parçası olduğun bir şeyi yok etmek seni bulacak bir sonsuzluk çemberi yaratırdı.

Sarhoş olmuş bir mutlulukla yolumda yürürken görüntü değişti. Bir evdeydim şimdi. Öyle güzel bir kitaplığı vardı ki evin, orada öylece donakalmıştım. O sırada yanıma küçük bir kız çocuğu geldi. Gülümsedi dişsiz ağzını göstererek. Üst raflardan bir kitabı işaret etti. Şaşkınlıkla ona kitabı uzatırken bana sarıldı ve koşarak uzaklaştı. Hemen onu takip ettim. Kitabı bir öğretmene vererek bir çember şeklinde minderlere oturmuş arkadaşlarının yanında yerini aldı. Öğretmen kitabı okumaya başladı. Konuştuğu dil hem tanıdık hem yabancıydı. Çocukları inceledim. Her renkten çocuk vardı. Kimi simsiyah çikolata renginde, kimi kağıt kadar beyazdı. Kimi duymuyordu, kimi göremiyordu. Hepsi birbirine yaslanmıştı. Gülümsedim. İnsanlar insan oldukları için değerliydi. Irklara ihtiyaç yoktu. Atalarının yaptıkları hatalardan kimse sorumlu tutulamazdı. Dilleri de yoktu bu insanların. Tek dil sevginin diliydi.

Çocukların görüntüsü yerini bir hapishaneye bıraktı. Rengarenkti hapishane. Kitaplarla, oyunlarla doluydu. Hata yapanlar yaşlılarla birlikte yaşıyordu. Sohbetler ediliyor, hatalar düzeltiliyordu. Tecrübeler paylaşılıyordu. İntikam yoktu, ceza yoktu, ödül yoktu. İnsanlar hatalar yapardı ve onları düzeltmek için yaşardı. Karşılığında tek kazanacakları yeni deneyimler, yeni insanlar, yeni doğrular olurdu. Gülümsedim. İntikam, acı, sevgisizlik bu hapishanede son buluyor; zincirler kırılıyordu.

Dünyamda yaşam değerliydi, yaşayanlar değerliydi. Bilgi parlar, cehalet solardı. Acı da vardı dünyamda. Ama atlatılırdı. Açlık, adalet, cahil, kötü, iyi, ön yargı ya da bencil kavramları yoktu dünyamda. Var olmaları için hiçbir sebep doğmamıştı. Ama dünyam yapaydı. Güzeldi ama gerçeklikten uzaktı. Gökkuşağı gibi soluktu ve kısa bir süre için vardı. Şimdi de gökkuşağımın süresi dolmuştu. Gülümsedim.

(Visited 450 times, 1 visits today)