“Biliyorlar.”

Hava soğuktu. Dışarda her zamanki gibi kar yağıyordu. Ellerimin soğuktan kızardığını sarı sokak lambasının ışığında görebiliyordum. Fakat üşümüyordum, içtiğim viskinin etkisinden mi yoksa etrafımı saran soğuğa çoktan alışmış olmamdan mı bilinmem. Arabamı nereye park ettiğimi hatırlamıyordum. Ayaklarım beni nereye götürürse oraya gidiyordum. Tanıdık yollardı bunlar. Arabayla geçtiğim, terapi seansımdan sonra düşüncelerimi toparlamak için yavaşça seyrettiğim yollardı. Oraya götürüyorlardı demek ki beni ayaklarım. Göğsümden çıkan demir bir zincir kendiyle o kapıları mühürlemişti, sadece benim en güçsüz, korumasız anlarımda açıyordu o zindanı. Ve şimdi o demirden zincirle kapanmış kapı hiç zorlanmadan açıldı benim için. Karşımda dikilmiş bana bakan kahverengi neredeyse bordo gözleri izliyor kendime kızıyordum buraya geldiğim için.

“Merhaba…” dedi hiç değişmeyen ses tonuyla. Kendimi kapının ahşap çerçevesine bıraktım. Sesi vücudumun tüm kenarlarını dolaşmış kendini boğazımdaki yumruya yerleştirmişti sanki. Ellerini omuzlarımda hissetim, beni soğuk ahşaptan çekip odanın girişindeki rahat koltuğa kadar eşlik ettiler. Sonra da üzerimden çekildiler. “Sorun ne?” cevabını beklemediği bir soruydu. Benim de cevap vermeyeceğim. Dışarda hissetmediğim soğuğu şimdi burada onun yanında hissediyordum. Saçımdaki karlar erimiş yüzümden akıyordu. Ağlıyormuşum gibi hissettiriyordu. Yanımdan kalktı. Nereye gittiğini görmek için kafamı kaldırmadım. Hiçbir zaman ne yapacağını görmek için kafamı kaldırmadım. Kabul edemedim. Gözüm yaptıklarına kaysa da son ana kadar kabul etmedim. Göz kapaklarımın ardında hep çok güzeldi de ondan. Elinde bir bardak su ve Advil ile geri geldi. Suyu elinden aldım. Parmaklarımız ben suyu alırken temas etti. Elimin soğukluğunu o zaman anladım. Ateşim var. “Ateşin var.” elini alnıma koydu. Elime sıcak gelen eli yüzümde soğuk hissettirdi. İlacı içtim.

Üstüme benim suyla birlikte getirdiğini fark etmediğim battaniyeyi örttü. Kendimi kollarına bırakmak istedim. Ancak o kollar bir gün benim boğazıma yapışıp beni okyanusun derinliklerine ittirmeyecek miydi? İttirecekti, işte bu yüzden bıraktım kendimi o kollara. Beni boğacak olan su ciğerlerime hava gibi dolacak beni batıran o elleri beni derin sulardan geri çekecekti. Hep böyle oldu. Karnımdaki yaraya dokundum. Sızlıyordu. Elini karnımdaki elimde hissetim. Affetmiştik birbirimizi. En azından öyle hissediyorduk. O an dolunayın altında, bir uçurumun başındaydık ikimizde. Düşecektik.

“Biliyorlar.” dedim. Kafasını salladı. Bunu söyleyişimi yüzlerce kez duymuş gibi. “Kaçalım. Kimsenin bilmesine gerek yok. Birbirimizi affedebileceğimiz bir yere kaçalım.” Yüzümdeki ıslaklık hala saçımdaki kardan dolayı mıydı, emin değildim. Duraksadı. “Anlıyorum, son kararın mı? Neler olacağını ikimiz de biliyoruz.” Gözlerimi kapadım. “Evet.”

Yanımdaki saate baktım “03:02”. Gözümdeki yaşları sildim. Uçurumdan düşüp okyanusun derinliklerinde kaybolmamıştım. Kaybolan oydu. Her gece kendime bunu tekrar hatırlatıp duruyordum. Boğazımdaki düğüm daha gerçekçiydi. Çözülmemesinin ne kadar zor olduğunu bana hatırlatıyordu. Gözlerimden akan yaşlar onun okyanusuna karışacaktı bir gün. Birbirimizi bağlayacaktı bize. Affedecektik birbirimizi. Affettik. Affetmek zorundaydık. Sonlanması içindi hikayemizin. En iyi sonum içindi.

(Visited 23 times, 1 visits today)