2,5 milyar insanın hayal bile edemeyeceği kadar güzel bir hayat yaşıyorsun; özgürsün, istediğini yapabiliyor ve istediğin her şeye sahipsin. Yaşadığın dünyadakilerin suçtan haberi yok, herkes barış içinde. Sen gözlerini yumana kadar hep sevdiklerinlesin, ölüm ve acı yok dünyanızda. Bu güzel hayatı yaşa diye arkaplandaki insanların ne çektiğini bilmiyorsun ya da kimin senin hakkında neyi ne kadar bildiğini. Ta ki biri sana bu yalanı yansıtan makinenin fişini çekene kadar…
Dünya’nın kaç yaşında olduğunu değilde, ölmesine kaç yıl kaldığını saydığımız zamanlardı. Birleşmiş Milletler Dünya’nın yaşanabilirlik seviyesinin yakın zamanda tükeneceğini biliyordu; suçlusundan da emindiler, insanlığın ta kendisi. Durdurulması hatta iş daha da kötüye giderse yok edilmesi gerekiyordu. Lakin 10 milyar insanı öldürmek saçmalık ve insan suçuydu, o yüzden yükü teknolojiye bıraktılar. Teknoloji onlara ışık tuttu, yepyeni bir dünya yarattı ve tüm kontrolleri yaratanlarına verdi. Hiçbir insanın gerçek dünya’yı hatırlamayacağına, vücutlarının bir ceset gibi hiçbir harekette bulunamayacağına söz verdi. Lakin tek bir şeyi yerine getiremezdi, bedenlerini hayatta tutamazdı ve başka bir insanın yardımına ihtiyacı vardı. Yoktan var erzak üretemezdi yani. Birleşmiş Milletler popülasyonun çeyreğini ayırıp, diğer insanların gerek duyduğu erzakları karşılamaları için çalıştırma kararı aldılar. İnsanların buna karşı çıkacaklarını bilmelerine rağmen çözümü basitti, onlara asıl onlar iyi hayatı yaşıyorlarmış gibi anlatılacaktı yeni hayatları. Planlamayı tamamlamışlardı, zararsız bir virüs yayıp bütün insanlığı hastenelerde yeni hayatlarını seçmeye zorlayacaklardı. Herkes hastanelerde uyurken gerekli mekanizmaları kuracak zamanları olacaktı. Ve her şey bir kızın durmak bilmeyen öksürüğüyle başlamış oldu.
Arkadaşlarımla bugün ne yapsak diye düşünüyorduk odamda. Gerçi onlar odamı inceliyor da olabilirlerdi, komple baştan yeniden tasarlamıştım elimdeki tabletten. “Hayal gücüne inanamıyorum Niko, lütfen benim odamı da beraber tasarlayaım.” dedi Sara. Zaten başka yapacak işimiz olmadığından diğerlerinin de onayını alıp Sara’nın evine doğru bir su kaydırağı çizmeye başladık. Bizim için böyle, her an her şey eğlenceli olmalıydı. Bitirdiğimizde arkadaşlarım en sona ben kalana dek teker teker kaymayı başladı. Bense biraz bekledim, pek iyi değildim ve görüşüm kararıyordu. Dengemi kaybedip biraz sarsıldım ama kendimi yakınımdaki pufa atmayı başadım. Düzgünce oturabilmeyi başaramadan görüşüm karardı karadı ve bir anda görebildiğim tek şey masmavi bir yer ve biraz yazı haline geldi. Bu şey de neydi böyle, ne yapmalıydım!? Refklesden ötürü gözlerimi kapadım, geçmesini diledim, nolur geçsin arkadaşlarımı istiyorum. Korkakça gözlerimi açtığımda o gözümü yakan mavilik yoktu ama sanki burası benim odam da değildi. Hışımla kolumu çektim bağlı olduğu tüplerden. Canımı yaktı ve kırmızı bir sıvının akmasına sebep oldu ama bunu bütün tüplerden kurtulduktan sonra dert edecektim. İki kere düşünmeden bütün tüplerden kurtuldum her ne kadar gözümden su, kolumdan kırmızı şeyi akıtsada. “Bu delikleri kapatmam gerekecek.” Dedim kendi kendime ve biri saniyesinde kafama bir kutu attı. Kimin attığını göremeden yok oldu. Kutunun üstündeki resimlere bakılırsa içindeki şeyleri canımı yakan deliklere yapıştırmam lazımdı. İşimi bitirdiğimde odaya bakınmaya başladım, makinalar dışınd tek dikkatimi çeken şey bir defterdi.
Defterin tutulma şekli veya yazı pek düzenli değildi ama içinde yazanlar çak tatlı aynı zamanda şaşırtıcıydı. Bu defterin sahibi beni kendine çok yakın görmekle beraber bana hasta olduğum ve hayatımı yaşayamayacağım için acımakta… Ama ben hayallerim başlığı altında yazdığı hayatı yaşamaktaydım. “Kendisi de yaşayabilirdi, sadece birkaç fırça darbesi…” derken tabletimin yokluğunu fark ettim. Belki sonra bulurum önce bu defterin sahibiyle konuşmak istiyorum. Okumaya devam etmek istedim ama bir yerden sonra sayfalarda sadece numaraları yazıyordu. Umutsuzca sayfaları geçerken 116. Sayfanın üzerinde bir kart buldum. Üstünde sadece bir fotoğraf ve bir numara vardı. Bu onların iletişim kartı olmalıydı. Hemen aklımdan aranacak numarayı geçirdim, 220 615 01 16. Lakin cevap vermediler, aslında arama gerçekleşti mi ondan bile emin değilim. Umutsuzluğa kapılmaya başlarken koridordan bir anons sesi geldi “Sayın Niko Surundoi ve 2206150116, lütfen koridorda gördüğününz ışıkları takip ediniz.”. Ah ne kadar güzel onunla buluşacağım. Koridora fırlayıp camdan dışarıyı izlerkene ilerledim. Gökyüzünün rengi beni şaşırttı, koyu kırmızıydı ve bulutlar siyah gözüküyordu. Etkilenmeli miydim bilmiyorum ama aşağıdaki insanların pek umrunda değilmiş gibi görünüyordu. Ne yapıyorlar acaba, herkes bir şeyler dikip topluyor. Bana göre sıkıcıydı, eğlenememelerine üzüldüm. Boşverip yoluma devam ettim, elimden gelen bir şey yoktu sonuçta. Işıkların bittiği yer beyaz bir odaydı. İçerideki adam çok şık giyinmiş ve çok nazikti. Verdiği rahatsızlıktan ve çektiğim acıdan dolayı özür diledi. Koltuklara geçip beklerken şu numara adlı çocuk geldi. Yüzünde şaşkın ile mutlu arasında bir ifade vardı. Biz daha tek kelime konuşamadan nazik adam bizi bir odaya aldı ve “Sen sistemden silinecek o da ailesinin çalışma isteğini kampçılayacak.” diyip gitti.
Ana güvenlik çocukları odaya kitledikten sonra biraz konuşmalarına izin verdi. Sonuçta ikiside gözlerini yumacaktı, bu kaotik durumu biraz da olsa çözebilirlerdi belki. Simülasyondan Niko’yu sildi, bütün arkadaşları varlığını unuttu ve odası kül olup rüzgara karıştı. 2206150116’nın ailesine onun da hasta olduğu iletildi. Kitli kapıdan bağrışma sesleri geldiğinde, güvenlik gaz vanasını açtı. Bir iki dakika sonra kapıyı yumruklamaya başladılar, sonra yavaşladılar ve yavaşladılar… Güvenlik işinin bittiğini anladı, biraz vicdan azabı çekiyordu ama olması gereken buydu. Her iki dünyada da düzen ve barış varken küçük bir farkındalığın buna engel olması kabul edilemezdi…
Simülasyon içinde yaşama ve ona dayalı bütün fikirler Porter Robinson ve Madeon’a ait olan Shelter şarkısının klibinden esinlenmiştir.