Biraz nefes almak için boş bir bank buldum çocuk parkında. Evet, kulağımda çınlayan çocuk seslerini ayırt etmek güçtü ama zaten bunun bir önemi yoktu. Bu düşünceler zihnimi meşgul ederken gözüm ona takıldı. Sapsarı kaydırağın arkasında, çocuk cıvıltısından uzak bütün asaleti ve ağırlığıyla dimdik duran çınar ağacı ve onun gölgesine sığınmış, yerdeki çiçekleri koklayan çocukları izleyen tonton mu tonton ihtiyar bir teyze. Saçlarına ak düşeli çok olmuş belli, ama yanaklarının o güzel pembeliği, aynı bir şarap gibi yıllar geçtikçe güzelleştiğinin kanıtı. Yaşı nereden baksan 70 olmasına rağmen upuzun saçlarını özenle taramış, giydiği lacivert takımının renginin bastonunun kahverengisiyle uyumlu olmasına dikkat etmiş, kısacası özenli ve güzel bir hanımefendi.
Ben uzaktan teyzeyi uzun uzun incelerken fark etmemiş olacağım ki, selvi boylu, siyah, fırça gibi saçları olan bir delikanlı teyzenin yanına çoktan varmış yavaşça omzuna dokunuyor. Teyzenin vücut hareketleri de bu çakı gibi delikanlıyı gördüğüne ne kadar sevindiğini belli eder nitelikte. Delikanlı teyzenin elini öptükten sonra sarılıp çınar ağacının hemen yanındaki banka doğru yürümeye başladılar.
Uzaktan çizdikleri tablo o kadar sevecendi ki! Genç adam, teyzeyle sohbet ederken aynı zamanda elini de nazikçe avuçlarının içine almıştı. İkisi de sohbete daldıkları bir sırada çiçek satan bir çocuk yanlarına yanaştı. Bizim teyzenin kıyafetine uygun bir çiçek seçip aldılar, daha sonra genç adam çocuğun kulağına eğilerek bir şeyler söyledi sonra da elleriyle bütün parkı gösterip çocuğun cebine bir miktar para koydu. Çocuk adama sarıldı, teyzenin elini öptü ve mutlulukla koşmaya başladı. Bankta oturan ya da çocuklarıyla parkta oynayan fark etmez o alandaki her kadına birer tane çiçek veriyordu.
Çocuk çiçekleri dağıtırken ben de teyze ve genç adamı izlemeye devam ettim. Yaklaşık bir 5 dakika sonra çocuk benim de yanıma geldi. ‘’Abla, şu karşı banktaki teyze ve abiyi görüyor musun, parktaki herkese çiçek dağıtmamı söylediler, senin için de bu beyaz gülü seçtiler. Abi bir de şey dedi, hanımefendi de arzu ederse, anneannemle sohbetimize katılmasından onur duyarız. ‘’ Çocuğun dediklerini duyduğumda utançtan kızarmaya başladığımı hissettim, onları izlediğimi fark etmişlerdi. Çocuğa teşekkür ederek bana doğru uzattığı gülü aldım, kucağımda duran ve henüz yiyemediğim simidi de ona uzatarak cebine bir 20’lik sıkıştırıp görüşürüz dedim.
Teyzenin ve genç adamın oturduğu banka doğru yürümeye başladığımda bir tarafım onlarla tanışacağım için karnımda kelebeklerin uçuşmasına sebebiyet verirken diğer tarafım ise utançtan ayaklarımın geri geri gitmesini sağlıyordu. Yolun yarısına gelince durup tekrar düşünmeye karar verdim, tam geri dönüp parktan ayrılacaktım ki genç adamla göz göze geldik. Mamafih, geri dönme olasılığım kalmamıştı. Bütün özgüvenimi toplayıp saçımı düzelttikten sonra gayet kendimden emin bir şekilde onlara doğru tekrar yürümeye başladım, en fazla ne kaybedebilirdim ki?
‘’Merhabalar, Feride ben. Çiçekler için çok teşekkürler çok kibarsınız.’’, deyip elimi uzattığım anda genç adam, elimi öpmeye yeltendi. Bunu o kadar çevik ve kibar bir şekilde yaptı ki, bu nazik jest karşısında ne yapacağımı bilemedim.
‘’Merhabalar Feride Hanım, ben Ahmet. Bu da pamuk annem, Nezihet. Pamuk annem, parka ilk geldiğinde sizi görmüş, sizin kadar zarif bir hanımın yalnız başına oturmasına gönlü el vermemiş fakat bacaklarında sıkıntı olduğu için yanınıza gelememiş. Nazik bir biçimde sizinle nasıl tanışabiliriz diye düşünürken aklımıza bu geldi. Size en çiçeklerin en zarifinin, beyaz gülün, yakışacağını düşündük. Umarım beğenmişsinizdir. ‘’ diyen genç adam, keşke o an aklımdan geçenleri okuyabilseydi, bu küçük jestten ne kadar hoşlandığımı ancak öyle anlayabilirdi çünkü. Ben tam karşılık verecekken Nezihet Hanım konuşmaya başladı, ‘’ Feride Hanım kızım, isminiz de pek güzelmiş maşallah, umarım sizi rahatsız etmiyoruzdur. Bu benim torunum Ahmet’in bir kız kardeşi vardı ama sizlere ömür, 3 yıl önce toprağa verdik yavrucağımı. Uzaktan gördüm de sizi ona benzettim,hem sizinle tanışmak hem de yakışıklı Ahmet’imle tanıştırmak istedim.’’, Nezihet Hanımın bu sözleri karşısında yüreğim erimedi desem yalandır, gönlümden her ne kadar hem Ahmet Beye hem de Neizhet Hanıma sımsıkı sarılmak geldiyse de kendimi tuttum ve duygularımı onlara sözlerimle aktarmaya çalıştım, ‘’ Ahmet Bey kardeşiniz, Nezihet Hanım sizin de torununuz için gerçekten çok üzüldüm ve aynı zamanda beni kendisine benzettiğiniz için de gururlandım. Sizinle sohbet ediyor olmak bana rahatsızlık değil onur verir, seve seve size eşlik etmek isterim.’’.
O günün tamamını Nezihet pamuk anneyle geçirdim, beni torununa benzettiği için ona o şekilde hitap etmemi rica etmişti. Ahmet ile de aramızdaki resmiyeti kaldıralım dedik.
‘’Eee, Feride’m ben sana rahmetli eşimi anlattım, şimdi sıra sende anlat bakalım var mı hayatında birileri?’’, Nezihet pamuk anne dudağına hınzır bir gülümseme yerleştirmiş, bir bana bir Ahmet’ bakıyor sabırsızlıkla da cevabımı bekliyordu. Onun bu yakıştırmasını fark edince göz ucuyla Ahmet’e bakayım dedim, o da bana bakıyordu. Göz göze geldik. Sabahtan beri benden gözlerini kaçıran Ahmet ile göz göze gelince fark ettim ki Ahmet, çok yakışıklı adamdı, oldukça da nazikti. Hayat dolu gülümsemesi, yemyeşil gözleri, cana yakın tavrı ve dikkat çeken dış görünüşüyle her kadının hayalindeki ideal erkek modelini rahatlıkla oluşturabilirdi. Bunları düşünürken bir anda şaşırdım, neler düşünüyordum ben böyle Allah aşkına? Kafamı utançla aşağı indirdim, birkaç dakika sonra da Nezihet pamuk anne kahkaha atmaya başladı, ‘’Gençler, bakın şu karşıdaki kafe çok güzel bir yer. Ben de sizinle konuşmaktan yoruldum biraz. Hadi, siz ikiniz gidin bakalım bir çay,kahve için ben de çocukları izlemeye devam edeyim. Ama dönerken bana da bir bardak çay getirmeyi çok görmeyin.’’. Nezihet pamuk annenin bu sözleri kulaklarımda çınlayıp beynimde bir deprem etkisi yarattı. Ne diyeceğimi bilemedim, ya Ahmet istemezse? Ben bunları düşünürken bir anda omzumda bir el hissettim, Ahmet’in eliymiş. ‘’Biz, çayın yalnızlığa iyi gelen tarafını da severiz değil mi Feride?’’. Kulaklarıma inanamadım, Ahmet, Oğuz Atay’ın sözleriyle davet ediyordu beni çay içmeye. ‘’Avuçlarken ince belli bardağı, hücrelere kadar hissettiren sıcaklığında unuttuk yalnızlığı.” Diyerek sözlerini tamamladım ve beraber kafeye doğru yol aldık.
Gittiğimiz kafe gerçekten de çok güzeldi, mavi- beyaz Bodrum konseptine sahip sıcacık bir yerdi. Ahmet derin bir nefes aldı, ‘’Bodrum… Dört mevsim güzeldir Bodrum. Ne zaman bu şehre atıfta bulunulsa ya da aklıma geliverse öyle aniden Cemal Süreya’nın şiirini okumaya başlarım içimden. Hangi şiiri sence?’’ diye bir soru yöneltti bana. Ahmet’in bu ince ve sanata bağlı yanından gerçekten çok etkilenmiştim. Dört mevsim güzeldir Bodrum, demişti bunun üzerine düşününce aklıma Cemal Süreya’nın Dört Mevsim şiiri geldi. Doğruluğundan emin değildim ama o an içimden öyle geçtiği için bir dakika deyip telefonumu kaptığım gibi masadan kalktım. Etrafta bir garson arıyordum. Sonunda ilgilenecek birini bulduğumda, ‘’Pardon, sizden rica etsem şu parçayı çalabilir misiniz?’’ dedim. Garson, memnuniyetle dedikten sonra Fazıl Say’ın bestelediği ve Serenad Bağcan’ın seslendirdiği Dört Mevsim’i telefonumdan açıp verdim. Masaya döndüğümde şarkı çalmaya başlamıştı. Ahmet’e, ‘’Doğru tahmin mi?’’ diye sordum. Mutluluğu gözlerinden okunuyordu, ellerimi tuttu ve ‘’Bundan sonra benim için, masada çay bardakları bir de senin ellerin olsun.’’ dedi.
O banka doğru giderken en fazla ne kaybedebilirim diye düşünmüştüm. Sanırım ben, kaybedebileceğim en değerli şeyi, kalbimi kaybettim, hem de bir gündür tanışmamıza rağmen ayaklarımı yerden kesen adamın o yemyeşil gözlerinin içinde.