Neden hiçbir zaman ders almıyorum ki. Aynı hatayı bir değil iki değil üç de değil on kere yapmadan niye akıllanmıyorum ki. Bu macera hevesi de nedir içimdeki ve neden asla tükenmiyor bir anlayabilsem.
Olabildiğince sıradan bir gün. Her gece gördüğüm kâbuslardan başka bir tanesiyle uyandım. Artık eskisi gibi gözlerim yaşlı ya da terler içinde olmuyordum. Alışmıştım kâbus görmeye. İlaçların verdiği yan etkilerden birisiydi bu. İlaç demişken kalkar kalkmaz hızlıca ilaçlarımı aldım. Ne ilaçları olduğunu ben de bilmiyorum. Ama 8 yaşımdan beri falan aldığımı biliyorum.
Hazırlandıktan sonra hastane odasından çıktım ve kahvaltıya aşağı indim. Bakıcılarımla sabahlaştım ve kahvaltımı yaptım. Sonra günlük psikolog seansları dersler vesaire vesaire. Akşama doğru bana kalan vaktimi efektif bir şekilde kullanmak için kitap okudum. Bunun neresi efektif asla çözemiyordum. Bana şu ana kadar ki en büyük yararı… Düşünüyorum da yok. Hikâyelerdeki prensesler kötü üvey annelerinden kaçabiliyorlar ve sonrasında iki kolunda polislerle tekrardan bu cehennem yere getirilmiyorlar. Her denileni yapıyorum kitapta nasıl oluyor da onlar yakalanmıyor da ben yakalanabiliyorum. Çok anlamsız. Bunların hepsi sadece beyaz atlı prensimle karşılaşmadığım için mi oluyor yani ne. Ayrıca nasıl oluyor da ilk kez gördükleri birine güvenebiliyorlar, hadi onu da geçtim aşk mı? Meah. Ben istemem. Ama nedense o hiç peşimi bırakmıyor.
Hastanede biri, hatta birinden çok bir şey beni takip edip duruyor. Gizli gizli notlar, küçük hediyeler falan. Bundan daha kimseye bahsetmedim çünkü bende onu tam olarak görmedim hatta bana karşı biri değil, bir şey. İnsana benzemiyor. Bir kere boyu çok uzun ve kara kuru bir şey. Ayrıca kaç hafta oldu hala saklanıyor.
Taki bu güne kadar. Dün gece odadan gelen bir sesle uyandım. Havalandırmadan geliyordu. Gözlerimi açıp tavana baktım ve üzerime beyaz bir kâğıt düştü. Mesaj gayet açık ve netti. ‘Saat 11 pencerenin önü.’ Ondan olduğuna emindim başka kim olabilirdi ki zaten. Kimse.
İlaçlarımı alma vaktim geldiğinde onları yutmuş gibi yapıp dilimin altına sakladım ve bakıcılar gittiklerinde tükürdüm ve banyodaki duş arıtmadan aşağı attım. Bir gece almasam bir şey olmazdı herhalde. Çünkü ilaçlar çok acayip bir uyku yapıyordu ve ben bu gece uyuyamazdım yoksa bir sonraki gün ve devamında nu kovalayan günlerde meraktan çatlardım.
Saat on civarında bakıcılar geldiğinde basit bir uyku numarası çektim ve onların odadan gitmesini sağladım. Odanın kapısı kapanır kapanmaz diş fırçamı aldım ve arkasına yaptığım kılıfı çıkardım. Fırçanın ucunu kaç zamandır bir köşeye sürterek sivriltiyordum bu şekilde camın önündeki zincirleri ve camın kilidini açabiliyordum.
İlk önce camı sessizce açtım, ardından önündeki telleri yavaşça söküp camın önüne koydum ve saati geldiğinde odadan çıktım. Yerde isten yapılmış tuhaf bir yol vardı. E bende takip ettim. Giderek uzaklaşıyordum hastaneden hiç bu kadar ileri gitmemiştim. Ama yeni bir yer keşfetmiş oldum meğerse hastanenin hemen arkasında bir hava limanı varmış. Baya boş bir arazi. Bir om kadar da büyük. Sadece birkaç hurda araba var.
Biraz daha ilerledim ve tam sahanın ortasında durdum ardından etrafıma bakındım birlerini görebilmek için ama boştu. Tam arkamı döneceğim sırada kafama gelen ağır bir darbeyle bayıldım sanırım. Her şey çok hızlı gelişmişti. Kenime geldiğimde havaalanındaydım. Yani öyle olduğunu sanıyordum ama değilmiş. Hatta ben hiçte uzaklaşmamışım. Hastanenin otoparkındaydım. Etrafımda gene polisler vardı ve tuhaf bakışlar tabi. İşte şimdi hapı yutmuştum.