Yaz sıcağını iliklerime kadar hissettiğim sıradan bir gündü. O kadar sıcaktı ki sabah 12 saatlik uykumdan gözlerimi açmakta dahi zorlanmıştım. Sıcak insanın tüm gücünü ve enerjisini alıyordu. Öğlen saatleri olduğunda, güneş tepemizde varlığını iyice hissettirdiğinde termometrelerin 55 dereceyi gösterdiğini görenler olmuştu.
Biraz serinlemek için denize ancak akşam saatlerinde gidebildik. Ağır adımlarla ilerleyip kendimizi denize bırakmış, adeta kendimizi kızgın kumlardan serin sulara atmıştık. “Biz” diyorum, çünkü yanımda kuzenim ki kendisini ablam gibi severim ve de annem vardı. Denize yeni girmiştik ki tepemizde uçan helikopterleri gördük. Önce bunların kontrol helikopteri olduklarını sandık. Ama helikopterler hemen yanımıza iniş yapıp su aldıklarında yangın helikopteri olduklarını anladık. O an içime bir hüzün çöktü, yine ciğerlerimiz yanıyordu kim bilir hangi insanın dikkatsizliğinden ötürü. Kuzenimle benim hem üzülüp hem de korktuğumuzu gören annem bize bu bölgede sık sık yangın çıktığını korkmamıza gerek olmadığını çünkü bu yangınların çoğunlukla kısa sürede kontrol altına alındığını söyledi.
Ancak yanıldı, kalkan helikopterler, çevre illerden gelen itfaiye ekipleri ve halkın verdiği destek yangının ilerlemesine engel olamadı. Önce uzaktan görünen alevler yavaş yavaş yaklaştı. O alevler arkamızdaki dağlardan sanki bir sel gibi aşağıya indi. Sel gibi diyorum alevlerin nasıl ilerlediğini görseydiniz siz de aynı benzetmeyi yapardınız. Çaresizlik içinde ağlarken yapılan bir anonsla irkildik. Sitedeki evleri boşaltmamızı istiyorlardı. Nereye gideceğimizi bilmeden toparlanıp bindik arabaya dedem ve babaannemle beraber. O iki ihtiyar o kadar sakindi ki şaşırdık. Sonra anlattılar bize o uzun ömürleri boyunca hangi olayları görüp, hangi acıları yaşadıklarını. Hayatın onlara hiçbir şeye şaşırmamaları, en zor zamanlarda bile sakin kalmaları gerektiğini nasıl öğrettiğini… Ve hızla uzaklaştık, hızla diyorum çünkü dumandan nefes alamaz hale gelmiştik. Yazlık evimizi arkada bıraktık, alevler arka bahçeye kadar gelmişti.
Hava kararmış, söndürme çalışmalarına katılan helikopterler kalkmaz olmuştu. Sadece itfaiyeler vardı artık. Biz ise kilometrelerce ötede bir çay bahçesinde oturuyor; haberleri takip ediyor, gelecek iyi haberi bekliyorduk. Havadan müdahale edilememesi sebebiyle yangın sabaha kadar daha da büyüdü.
Sabah güneşin ışımasıyla beraber güzel haber geldi. Yangın söndürülmüştü. Yangın söndürülmüştü ama geride kalan manzara korkunçtu. Büyümesi yıllar alan ağaçlar bir kıvılcımla yok olmuştu. Sonradan öğrendik ki hektarlarca ormanlık arazisi yanmıştı hem de yalnızca sarhoş bir adamın elektrik direğine çarpması sebebiyle. Gökova’nın ciğerleri olan bu bölgeyi böylesine yakan, bizlere sabaha kadar kabusu yaşatan bu yangının bu kadar hızlı ilerlemesinde yöre halkının “Deli poyraz” dediği şiddetli fırtına da etki sahibiydi.
Tehlike tamamen geçince herkesle beraber evimize döndük. Fakat evde ayrı bir acı bizi bekliyordu. Evin içi, dışı her yeri grinin tonlarıyla kaplanmıştı. Ev sanki yıllardır yaşanmamış gibiydi. Her yer kapkaranlık bir yasa boğulmuştu. Evin içine kadar dahi girmeyi başarmış ancak burada ölmekten kurtulamamış, boğularak can vermiş hayvanlar ölümlerinin sebebinin büyük ihtimalle ceza dahi almayacağı düşünüldüğünde insanoğlunun acımasızlığının ve bencilliğinin birer sembolü gibiydi. Yangının söndürülmesine sevinirken yeniden akmaya başladı yaşlar gözlerimden, bu sefer ormandan kaçmayı başaramayıp orada ölen hayvanlar için…
Sıradan bir gün olarak başlayan bu yaz günü benim için hiç de öyle bitmedi. Ağaçları yanan tepeler geçirdikleri yangını sonradan unutur mu bilmem ama ben bugünü unutmayacağım. Hem de hiçbir zaman…