Ben Anneyim

Telefonun ahizesini elleri titreyerek yerine koydu ve hemen oracıktaki koltuğa adeta yığıldı. Dizlerinin bağı çözülmüş, boğazı kurumuştu. Gözleri yerdeki kırmızı morlu çiçek desenli halının ilmeklerine adeta çakılmıştı. Kulakları uğulduyordu. Yutkunmaya çalıştıkça boğazındaki düğüm daha da büyüyordu sanki. Gözlerinin yandığını, içinin acıdığını hissetti. Zorlukla olsa da başını kaldırıp arkasına yaslanabildi. Etrafa baktı şöyle bir. Arkasındaki pencereden süzülen akşam güneşi havada uçuşan tozları aydınlatıyor, ortadaki cam sehpa üzerinde duran daha biraz önce içtiği çay bardağının metal tabağına çarpıyor, gözlerini acıtıyordu. Kapattı gözlerini.

Kocası iki yıl önce ölmüştü. Doktor çıktıktan sonra yıllar önde başka şehre tayin olan tek oğlundan başka yakını yoktu. Oğlunu büyük güçlüklerle okutmuş, para yetmediğinde kendi ailesinden adeta dilenmişti. Kaçarak evlendiği için babası onu hiçbir zaman affetmemişti. Yalnız zamanla annesinin kalbinin buzları erimişti, gizli saklı kızıyla görüşmüş, ihtiyacı olduğunda ona yardım da etmişti.

Oğlu da evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış, tayinlerle şehir şehir dolaşıp bir türlü baba ocağına dönememişti. Hele başhekim olduktan sonra hem ziyaretleri hem telefonları azalmıştı. Zaten hep mesafeli olan konuşmaları da gittikçe daha donuk, mekanik ve bıkkın bir tonda gerçekleşiyordu.  Gerçi bunu sorun etmemeye çalışıyordu. Ne de olsa büyük adam olmuştu, işi gücü başından aşkın olmalıydı. Bir de o zırt pırt arayıp huzurunu kaçırmamalıydı ama bugün farklıydı, öyle olmalıydı.

Bu sabah annesinin öldüğü haberini almıştı. Annesi yaşlıydı. Bir de alzheimer teşhisi konmuştu dört yıl önce. Durumu daha da kötüleşip başa çıkılamayacak hale gelince özel bir kliniğe yatırmışlardı. Kliniğin parasını oğlu karşılıyordu. Anneciğinin onu tanımayacağını bilse de en sevdiği çiçek olan bir demet papatyayı alıp zaman zaman onu ziyarete gider, ellerini yüzünü sever, öperdi. Şimdi artık o da olmayacaktı.

Haberi vermek için aradığında oğlu bugüne kadar işitmediği bir tonda kendisini azarlamış, çok meşgul olduğunu, derdi paraysa hemen gönderebileceğini ama artık kendisini aramasını istemediğini söylemişti. Buna benzer sözleri daha önce de işitmişti ama bu kez farklıydı, kendisini o anda çok yalnız hisseti.  Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Haberi aldığından beri ilk kez ağlayabiliyordu. Artık kendini tutamadı, kucağındaki yastığa sarıldı, hıçkıra hıçkıra ağladı.

Sonra yavaşça doğruldu, lavaboya gitti. Elini yüzünü yıkayacaktı. Aynadaki siluetine öfkeyle, acıyarak baktı. Saçları dağılmış, gözleri ağlamaktan morarmış ve şişmişti.  Uzun uzun aynaya baktı ve ‘sen kimsin’ diye sordu kendine aynadan cevap alacağını düşünmeden. Eğildi, yüzüne çarpan serin su iyi gelmişti. Ferahladığını hissetti. Başını kaldırıp tekrar aynaya baktığında aynadaki yüz hüzünlüydü ama gülümsüyordu. ‘Sen, annesin.’ dedi. ‘Sen, tıpkı kendi annen gibi içinde iyilik olan bir annesin.’

Bilinmez kaç dakika, kaç saat öylece kalmıştı. Yoldan gelen acı fren sesiyle kendine geldiğinde gün ışığı iyice zayıflamıştı. Şaşkındı. Etrafına bakındı. Hala kucağında duran yastığı bir kenara bırakıp kalktı, el yordamıyla odanın ışığını açıp yüzünü yıkamaya gitti. Uzun uzun aynaya baktı, hafif bir tebessümle ‘Evet, ben annem gibi içinde iyilik olan bir anneyim.’ dedi. Yüzüne çarpan serin su çok iyi gelmişti.

 

(Visited 40 times, 1 visits today)