Bebek Uykusu

      “Çok uyumak kaçmaktır, uyuyamamaksa yakalanmak.” der Freud. Hepimizin perde arkası sorunu değil midir bir şeylerden kaçmak? Sürekli kaçmaya çalıştığımız, başaramasak da bilinçaltımızda sürekli kaçıp kurtulma planları kurduğumuz durumların rahatsızlığıdır belki de bu uykularımızın bitmek istemeyişi. Omuzlarımızda bir yük, kafamızda susmayan bir migren, bitmek bilmeyen bir yorgunluk hissi…

      Gerçeklik algısı, insanların dünyayı hangi pencereden nasıl izlediğidir. Düşündükçe, öğrendikçe genişleyen ve bireyi tanımlayan önemli faktörlerdendir. Bazen de içini kendi ellerimizle doldurduğumuz bir silah haline gelebilir fark etmeden. Objektifliğini koruyamadığımız durumlarda bu silah sorunlarımızı adeta bir kafdağı haline büründürebilir. Öyle ki günlük hayattaki hakir sorunlarımız bile gözümüzde büyüyüp beynimizdeki bir kurtçuğa dönüşebilir. Bu sorunlar büyüdükçe, durmaksızın aklımızda dönen o sıkıntılardan arkamıza bakmadan koşarcasına kaçmayı imgeleriz. Bazılarımızın kaçış yolu olanlardan ve rahatsızlıklarından gözlerini kaçırmak iken bazılarımızınki bunların üstüne gitmektir. Kaçış yollarını ararken kaybolanlar ise her şeyi kabullenerek tek düze bir hayat yaşamaya mahkum kalmış olanlardır yani hayatın anlamını yitirmiş kimselerdir artık onlar.

       Çok uyumak kolay olandır belki de, peki ya uyuyamayanlara ne olur? Freud’un anlattığı gibi onlar yakalanıp esir alınanlar sanırım ya da kaçmaktan yorulmuş ve teslim olmuş olanlardır sadece. Artık aynı şeylerin üstüne her gün biraz daha katarak düşünmekten başka bir işlev yapamayan, ruhu çekilmiş bedenler haline gelmişlerdir. Herkesten önce onlar yatar çoğunlukla fakat herkesten önce de onlar ayakta olurlar. Her şeye ayık ama bir o kadar da kayıtsız kalırlar olanlara. Alışmanın verdiği kayıtsızlık… Alışılmışın arkasındakini görmeye çabalamazlar bile genelde çünkü yakalanmışlardır bir kere o vebaya ve kurtulamayacaklarından emindirler kendilerince. Gözleri kanlanır, yanar zamanla fakat acıya da alışmayı öğrenirler. İsviçreli psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross’a ait olan“yasın beş evresi” teorisine baktığımızda inkar, öfke, pazarlık, depresyon, kabullenme adları altında beş ana aşamaya ayrıldığını görüyoruz. Bu kişileri dördüncü evre olan depresyon evresine koyabiliriz bu noktada. Bilinçsel boyuttaki acının bedene de yansımaları görülür ve hayata karşı isteksizlikler ortaya çıkar. Bunalım dönemine giren kimseler acılarla yüzleşir ve onlarla yaşamaya boyun eğer.

        Kendi gerçekliklerinden kaçanlardan ve düşünmekten gözüne uyku girmeyenlerden bahsettik fakat her şeyden bihaber gözüken, bir nevi “Cahillik mutluluktur(!).” kalıbının somut örneği olan kimseler nasıl oluyor da her şeye gülebiliyor? Bu gibi durumları da teorinin son evresi olan “kabullenme” aşamasına sığdırabiliriz çoğu noktada. Negatifliği solmuş kimseler hayatı olduğu gibi kabul edebilmiş olanlardır. Engellerle başa çıkma yöntemlerini kendilerine uyarlayarak hayata sarılmayı kolay hale getirebilenlerdir.

        Hepimiz aynı noktadan başlıyoruz bu hayata: sıfır noktası. Başlangıçta hepimiz birer hiçiz; zamanla duygular, karmaşalar, ilişkiler, kaygılar ve hayatın nice zorluğu arasından sıyrılarak bir yere varmaya çalışıyoruz. Bu yolda yıpranıyoruz, dağılıyoruz, kopuyoruz… Bize dayatılmışı sorgulama fırsatını bulamadan hayata atılıp bizden istenilen kalıplara uymaya çalışıyoruz. Bilmiyoruz, bilmiyoruz kimiz ya da ne istiyoruz. Bazen de bilmemek ve o başlangıçtaki masumiyet, saflıkla kalabilmek gerçek mutluluktur belki de. Gorki de demiş “ Ne kadar az bilirsen o kadar iyi uyursun.” en son bebekken çektiğimiz o derin ve huzurlu uykuya ithafen.

(Visited 220 times, 1 visits today)