Babamın ilk evliliğinden hiç çocuğu olmamış. Annemle evlendikten sonra da şansları pek yaver gitmemiş. Denedikleri üç in vitro tedavisinin hiçbiri işe yaramamış. Bu yorucu süreci üç kere yaşayıp hepsinde başarısız olmak durmak için gayet yeterli bir neden. Ama ailem pes etmemiş ve dördüncü tedavide iki yumurta döllenmiş. İşte emeklerinin karşılığı, işte hayatın mucizesi, bebek! Hem de iki tane! Benim isteğim değildi var olmak ama dünya istekleri çok önemsemez. Üstelik daha gelişmeye başlamamış bir zigotun istekleri? Umrunda bile olmaz.
Yaklaşık yirmi altı hafta sonra kasılmalar başlamış. Daha üçüncü trimestera ancak girmiş olan annemin doğum sancıları şafakla başlayıp gün batımıyla bitmiş. İki cılız bebek, daha altı aylık, annelerinin yüzünü bile görmeden yoğun bakıma alınmış. Belki bir ay, demiş doktorlar, belki daha az yaşarlar. Benim isteğim değildi kuru bir çiçek gibi solmak ama dünya istekleri çok önemsemez. Üstelik daha kalbi zar zor çalışan bir bebeğin istekleri? Umrunda bile olmaz.
Doktorların -ve karamsar akrabaların- sözlerine karşın bebekler hayata tutunmuş. Onlarca operasyon, pahalı tedaviler, yavrularını kaybeden ailelerin çığlıkları yankılanan hastane odalar sonunda sağlıklarına kavuşmuşlar. Yıllar yılları kovalamış ve bebekler büyümüş. Biri hayatın bilinmeyenlerini heyecanla keşfederken diğeri, onun arkasına saklanmış. İkinci çocuğun kalbinde korku varmış. Yeni arkadaşlarının ona kötü davranacağını, kimsenin onu sevmeyeceğini sanırmış. O da kendini bir hayal dünyasına kilitlemiş. Hayal dünyasında kimse onun kalbini kıramazmış, sonunda güvendeymiş. Çocuk aklıyla bu hayallerinin arasında boğulup gerçek dünyadan kopacağını düşünememiş. Benim isteğim değildi bu kadar yalnız, herkesten bu kadar uzak hissetmek ama dünya istekleri çok önemsemez. Üstelik daha konuşmaktan çekinen bir çocuğun istekleri? Umrunda bile olmaz.
Çocuk, dış dünyayı görmezden geldikçe kendine daha çok dikkat etmeye başlamış. İlk dikkatini çeken şey bacaklarının ne kadar şişman olduğuymuş. Biraz sonrasında sesinin kalınlığından rahatsız olmaya başlamış. Boyundan, kilosundan, alnından, saçlarından nefret etmeye başlamış. Nefreti, içini yakıp kül ederken korkusu, dış dünyayla ilişkisini çürütmüş. Ne başkalarıyla ne de kendisiyle anlaşamaz olmuş. Değeri küçülmüş, varlığı önemsizleşmiş. Aitlik duygusunu kaybetmiş. Ve genç çocuk, bulduğu sivri bıçağı sıkı sıkıya kavramış. Benim isteğim değildi bu anlamsızlık ve benim isteğim değildi kalmak ama dünya istekleri çok önemsemez. Hem de benim gibi iğrenç bir yaratığın istekleri? Umrunda bile olmaz.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamamış çocuk. Neredeyse dört yıl buharlaşıp geçmişe karışmış gözlerinin önünde. Yazdan kalma bir hantallık hissi, baharda giydiği siyah kazak, sokaklarda karşılaştığı hayvanların yüzleri yarım yamalak asılı kalmış aklında. Ve karanlık. Güneş ne kadar parlasa da, hava ne kadar güzel olsa da, günü ne kadar güzel geçse de içindeki karanlık hissi geçmezmiş. Sanki midesine demir çubuklar çakılmış gibi, ele değen soğuk metal hissi gibi, esen rüzgarın pencerede oluşturduğu keskin ıslık sesi gibiymiş. Farkında bile olmadan alışmış bu duyguya. Kabul etmek istemese de bağlanmış bu duyguya. Zehir gibi bütün vücudunu saran bu histen ne kadar nefret etse de, bir bağımlı gibi, ayrılamamış ondan. Suçu dünyanın umursamazlığına atmış. Bu olmayı ben istemedim, hayatım benim kontrolümde değil demiş. Varoluşun zalimliğiyle başa çıkamayacağını düşünmüş ama bir adım gerileyip incelese, sadece kendi zayıflığına yenik düştüğünü görebilirmiş.