İnsanız. Hepimiz insanız. En başarılısından en başarısızına, en mutlusundan en mutsuzuna ve bu gerçeği kolaylıkla kabullenenden bir türlü aklı almayana kadar. Bizi, tüm insanları, birleştiren en önemli, belki de tek, nokta bu. Her birimiz toplumun getirdiği rol ve sorumluluklarla ilk yıllarımızdan itibaren farklı kişiliklere bürünüyoruz; biraz daha büyüyünce “öz” kavramını öğreniyor, önce kendimizi sonra çevremizi benimsiyoruz. Bu benimseme sürecinde insanları keşfediyoruz: herkes tarafından sevilenleri, alışılması zaman alanları, toplumsal normların biraz dışında kalanları ve daha nicelerini… Kimisine kanımız kaynıyor hemen, kimisineyse uzun yıllar boyu alışamıyoruz.
Birçok sefer televizyonda gördüğümüz ünlü şarkıcı, maçlarını heyecanla beklediğimiz yetenekli futbolcu, buluşuyla milyonları kurtarmış bir bilimci, hatta belki bir kitapta okuduğumuz, hayal gücümüz dışında sadece kelimelerde var olabilecek bir ana karakter… Hayatımızın her döneminde hayranlık duyduğumuz insanlar oluyor, kimi zaman bu insanlarla hayranlıktan öte bir yakınlık istiyoruz. Toplumda yer bulmanın yolunun bu yeri çoktan edinmiş birine benzemekten geçtiğini düşünüyor, temelde bizimle aynı olan insanların onayını almak için büyük fedakarlıklarda bulunuyoruz.
Farkında olarak veya olmadan bu insanlara benzemek için kişiliğimizde değişiklikler yapıyoruz. Sevdikleri şeyler en değerlimiz oluyor, sevmediklerindense nefret ediyoruz güya. Yavaşça, bir başkasına dönüşmek uğruna, kendimizi reddediyor, özümüzden uzaklaşıyoruz. Sonuçta ne mi oluyor? Kendine bile katlanamayan, “sevdiği” şeylerden hiçbir zevk almayan huysuz birer kopyaya dönüşüyoruz. Toplumda biraz daha değer görmek uğruna özgünlüğümüzden, bizi asıl mutlu eden şeylerden uzaklaşıyoruz. Sonuç olarak, uzun vadede kendimize toplumun verebileceğinden çok daha fazla zarar veriyoruz.
Başkalarına iyi görünmek adına kendi kişiliğimize haksızlık ediyor, saklanması gereken bir şeymiş gibi asıl duygularımızı, görüşlerimizi, fikir ve inançlarımızı ya gizliyor ya da onları dış dünyaya açmadan önce sıkı bir filtreden geçiriyoruz. Bu filtre yanlışlarımız kadar “bizi” de söylediklerimizden koparıp götürüyor aslında. Aradan çokça zaman geçiyor, saatlerimiz azalmışken fark ediyoruz bu dünyaya özümüzden bir parça bırakamadığımızı. Başka birini bulmaya çalışırken kendimizi nasıl da kaybettiğimizi anlıyoruz, hayatımızın çoğunu bir yabancı olarak yaşadığımız gerçeği dank ediyor kafamıza. Sonra tekrar düşünüyoruz, ve toplumda kabul gören insanların hep toplumsal kalıplardan en uzak olanlar olduğunu anlıyoruz. Çünkü insanlardan oluşan canavar da doyuyor, yaranmaya çalıştığımız o toplum başkası olmaya çalışan bizden bıkıyor.
Sonuçta, yine başa dönüyoruz. “İnsan”ın başlı başına çok değerli olduğunu anlıyoruz, “biz” olmadan önce “ben” olduğumuzu ve kendimizi tam anlamıyla sevmeden başkalarının sevgisini kazanamayacağımızı… Bunu anlayıp da kabullenince başlıyor insanın hayatı, birisi olmak uğruna değil de olduğumuz kişiyi geliştirmek amacıyla yaşamaya karar verince, işte o zaman “biz” olmaya hazır oluyoruz.