Çimlerin üzerine oturmuş, arkadaşlarımın birbirleriyle yaptıkları laf dalaşını izliyordum. Her ikisinden biri konuştuğunda arkadan birkaç kişi “bir sıfıır” ya da “iki biiir” diye bağırıyordu. Neden böyle bir şeyden keyif aldıklarını anlamıyordum. Tam gözlerimi devirip kucağımda duran okuma kitabına geri dönecektim ki, bir kağıt uçak, havada yavaşça süzülerek ayağımın dibinde, yemyeşil çimlerin üzerinde kendine bir yer beğenerek sessizce kondu. Uzun süredir kimsenin kağıt uçak yaptığını hatırlamıyordum, belki de bu yüzden bu olay, bütün dikkatimi bu yöne çevirmeye yetmişti. Belki de biri özellikle bana bir not yazmıştı. Kağıdı dikkatlice ellerime alıp açtım. Kağıt, bir ders kitabının ilk sayfalarından birinden koparılmıştı. Üzerinde Atatürk resmi vardı ve altında ise koyu, belirgin ve kocaman harflerle, “Mustafa Kemal Atatürk” yazıyordu.
Şaşırmamıştım. İstiklal Marşı henüz bitmeye yaklaşmamışken katıla katıla gülen, Atatürk’ün hayatını işlerken, üç ay sonra alacakları yeni telefonu konuşan çocuklardı bunlar. Belki Atatürk görse ağlardı hâllerine, belki de gözyaşları üzüntüden olmazdı. Çünkü bu ona, özgür bir millet sağladığını, amacına ulaştığını gösterirdi, ama bence sadece bakardı. Saygısızlıklarına, umursamazlıklarına bakardı, çünkü o demişti, “Türk milleti zekidir, Türk milletinin karakteri yüksektir.” diye. Artık ben büyüklerin, “Bu ülkenin geleceği sizsiniz, çocuklar.” demelerine de inancımı yitirmiştim. “Saygı” kelimesinin anlamını bilmeyen çocuklar mı temsil edecekti bu cennet vatanı? Bilmiyorlardı, bu gün, bu sıralarda özgürce oturup “iki dakika dinleyip on sayfa yazı yazmak” diye bildikleri, daha doğrusu, değerini bilemedikleri eğitimi görebilmelerinin kimin sayesinde olduğunu.
İşte o anda bir şimşek çaktı. Yavaşça kafamı kaldırarak gökyüzüne baktım. Atam duymuştu düşüncelerimi, gözyaşlarını tutamamıştı. Gökten su damlaları ağır ağır yerlere, üzerimize düşüyordu. O an anladım ki gözyaşlarını tutmak, ne Atam için, ne de benim için kolaydı. Gözlerimin yandığını hissedebiliyordum. İçeriye girmek aklımdan geçtiğinde kafamı yere indirdim. İşte bu yüzden kendimden utanıyordum, Atatürk başta olmak üzere askerlerle birlikte kim bilir kaç saat korkunç fırtınaların altında savaşmışlardı, oysa biz, üç damla ıslandığımız için içeriye girecektik. Ellerimle tuttuğum kağıdı tamamen kavradım ve ayaklandım. Ülkemiz belki de hiç hak etmemişti onun gibi birini.
Etrafta kimse kalmamıştı, okula doğru yürüyordum. Bir kişi bile mi saygıya, geçmişine önem vermezdi. Buna sinirlenmek bana düşmezdi, kimseye düşmezdi fakat ben sinirden ağlıyordum. Aklımdan bunlar geçiyordu, o sırada omzumda bir el hissettim. Arkamı döndüm. Kısa bir çocuk, aynı benim gibi elinde katlanmış, ıslak bir kağıt tutuyordu, gözleri yaşlıydı. Elindeki kağıdı yüzüme yaklaştırdı, okumamı istediği belliydi. Kağıdın üzerinde kocaman bir Türk Bayrağı vardı, altında ise kocaman harflerle: “İstiklal Marşı” yazıyordu. Gözlerim büyüdü, çocuğa bir kez daha baktım, gülümsüyordu.
“Sanırım aynı şeyi düşünüyoruz.”
Gözlerimin parıldadığını hissediyordum. Belki de herkes düşündüğüm kadar umursamaz değildi.
“Sanırım…”