Siyah perdelerin ardında hülyalarımın arasında gezerken, maruz bırakıldığım siyahlıklar bembeyaz parıltılara dönüştü.
Yavaşça gözümü açtım, güneş doğmuştu ve tüm asaletiyle bana bakıyordu. Sanki bu sabah beni özellikle uyandırmak istiyormuş gibi.
Gerçekliğe dönüşümden ötürü mızmızlandıktan sonra kanepemde dikildim. Boynumu sıkan kravatımı gevşettim ve önümdeki küçük masanın üstündeki içeceği ne olduğuna bakmaksızın içtim. Fakat bu sadece ağzımdaki kötü tadı daha da kötüleştirmişti.
Nedendir bilinmez, üstümde iş kıyafetlerim vardı. Bunlarla uyurken ne düşünüyordum ki? Şimdi hepsi giyilemez haldeydi.
Aynanın önünde anlamsızca yüzüme bakarken gözümdeki morluklar dikkatimi çekti. Uykusuzluktan kaynaklanıyor olmalıydılar. Bu biraz garipti çünkü uykumu saati saatine hesaplıyor ve ona göre uyanıyordum.
Kafam bu işi daha fazla üstelemeye hazır değildi. Boş verdim ve büyük bir hoşnutsuzlukla dişlerimi fırçalamaya başladım.
Bugün bir şeyler farklıydı ama ne kadar düşünürsem düşüneyim neyin farklı olduğunu bulamıyordum. Her şeyden önce üzerimde anlamlandıramadığım bir ağırlık vardı ve üstümdeki iş kıyafetlerimin de neden üstümde oldukları belirsizdi. Eğer annem beni böyle görseydi muhtemelen işe gitmeme asla izin vermezdi. Benim için böyle gitmek sorun değil, görünüşüme fazla özen göstermem. Yani annemin bu davranışı benim için huysuz bir davranış olurdu. Ama gelin görün ki insan böyle huysuzlukları bile özleyebiliyor.
Kahvaltı için ağzıma birkaç atıştırmalık attım ve içkimi yudumladım. Ardından çıkmaya hazırlanırken kanepemin kenarından kulak tırmalayan bir ses duyuldu.
O ses çalar saatime aitti. Şimdi ötüyor, beni şimdi uyanmam için zorluyordu. Yani en azından öyle olması gerekirdi.
Fakat ben olması gerekenden çok daha önce uyanmıştım ve işe gitmeye hazırdım bile.
“Yapacak bir şey yok. Rüyamda bir şeyler olmuş olsa gerek.” diye mırıldandım kendi kendime.
Oturdum ve dışarı çıkmak için her zamanki saati bekledim. Anlamsızca oturdum ve tavanı izledim. Gözlerimi bile kırpmadan.
–
Semtimin dar sokaklarında yürürken bastığım kaldırım taşlarını sayıyordum. Kafamı kaldırmaya mecalim yoktu. Kaldırmayı denesem bile her şey anlayamadığım objelerden ibaretti. Bir şeyleri görüyordum. Ama gördüğüm şeylerin ne amaç uğruna orada olduklarını kestiremiyordum. Dün gece her ne olmuşsa kafamı çok bozmuş. Alkol almıştım herhalde.
İşe doğru giderken ileride, sadece birkaç yüz metre ötemde bir kalabalık olduğunu gördüm. Kalabalık bir çember oluşturuyordu. Fakat bense bunun sadece yarısını görebiliyordum.
Gökyüzü kırmızıydı. Gözlerimi buruşturdum ve tekrar baktım. Gökyüzü gerçekten kırmızıydı. Bir dakika… Hayır. Gökyüzü kırmızı değildi. Onu kırmızıymış gibi gösteren şey kalabalığın ortasından yükselen alevlerdi.
O anda içimi büyük bir huzursuzluk kapladı. Soğuk terler atmaya ve dehşetten titremeye başlamıştım. Halbuki bunlara sebep olacak hiçbir koşul yoktu ortada. Orası benim yolumun üstünde bile değildi. Ayrıca evimden de uzaklaşmıştım. Anlayacağınız orası benim günlük hayatta kafamı çevirip bile bakmadığım bir rotaydı.
“Affedersiniz… Affedersiniz! Hey!”
Kalabalığı sertçe yarmaya ve ortaya ulaşmaya çalıştım. Bilincim sallanıyor, sertçe dalgalanıyordu.
İnsanların toplanıp baktığı şeye şahit olduğumdaysa gözlerime hâkim olamadım. En küçük formlarına büründüler ve dondurucu bir soğuğa maruz kalmış gibilerdi. Titriyorlardı. Hem de yuvalarından fırlayacakmışçasına.
Elimi ağzıma götürdüm ve kusmamak için kendimi zor tuttum. Gözlerimi o şey üzerinde gezdirirken kalbimin atışları hızlanıyordu.
Kırmızılık. Tüm yuvarlağa hâkim olmuştu. Ve yerde duruşu bir lekeden çok bilerek öyle hazırlanmış gibiydi. Öncesinde bir daire oluşturuyordu. Sonra… Sonra… Köşeler vardı. Belirli noktalar çizilen çemberin içinde birbirine bağlanıyordu. Ah şimdi anladım! Bu bir yıldızdı. Devasa dairenin içerisindeki devasa bir yıldız.
Ortasına baktığımdaysa ayaklarımın gücünü kaybettim ve geriye doğru düştüm. Avucum yere yapışmışken tırnaklarımı sıkmayı denedim. Öyle garip duygularla boğuşuyordum ki tüm tırnaklarım tek tek kanamaya başlamış ve yerleri sarsılmıştı. Ama ne hikmettir ki hiçbir şey hissetmiyordum.
Tüm bunlara sebep olan o ortadaki şey ise…
…
…
…
“Hah… Hah… Hahhh…”
Nefes nefese uyandım. Ellerimi boğazıma götürdüm ve yerine olduğundan emin oldum.
Kafamı çevirdim ve yükselen güneşe baktım. Bugün farklı bir asaletle bakıyordu sanki bana.
Üstümdekiler iş kıyafetlerimdi ve buruşuklardı. Mızmızlandıktan sonra banyoma geçtim.
Dişimi fırçaladım ve bu sabah neden böyle nefes nefese uyandığımı hatırlamaya çalıştım.
Rüyamda fazla mı spor yapmıştım? İmkânı yoktu. Bu absürt olasılığın üstünü çizdim.
Peki ya bir kâbus muydu? Belki de. Hatta kesin öyleydi çünkü bu durumumu başka şekilde açıklamak zordu. Yanımda ilik gibi bir hatun olsaydı belki işler değişirdi gerçi…
Monoloğumu sürdürürken içeriden kulak tırmalayan bir ses işittim. Çalar saatimdi.
Sesini çabucak kesmesi için onu durdurmaya gittim.
“Ben seni zaten durdurmamış mıydım ya? Her neyse.”
Meğer zihnim bana oyun oynuyormuş. Aslında o saati hiç durdurmamışım. Ne ukala şey ama.
O sırada arkamdan annem yaklaştı ve ona yakışır bir şekilde ünlemler saydırdı. Sabah olmasına karşın biraz fazla enerjikti.
“Bu üstünün hali ne? Nasıl gideceksin böyle işe? Gene beni uğraştıracaksın. Çabuk soyun da üstündekileri bana ver. Bu halde hiçbir yere gidemezsin.”
Dediğini yaptım ve onun kıyafetlerimi ütüleyişini izlemeye koyuldum.
Şarkı mırıldanıyor ve sabahımı güzelleştiriyordu.
Onsuz hayat ne kadar zorlardı acaba beni? Bu cevabını bilmek istemeyeceğim ama aynı zamanda merak ettiğim bir soruydu. Cevabını hiç bilememeyi umdum.
…
Aynanın karşısında iş kıyafetlerimi giymiş kendime bakıyordum. Yeşil gözlerim bugün mutlulukla parlıyordu. Diğer günlerden çok daha enerjiktim. Ve yüzüme ayrı bir parlaklık hakimdi.
Eminim ki bana bu enerjiyi veren tepedeki asil güneştir.
…
Annemle evden çıktık. Sürücü koltuğuna annem oturdu bense yanındaydım.
Annemin gideceği yer bir yerde benim iş yerime çok yaklaşıyordu. İşte ben orada iniyor ve işime yürüyerek gidiyordum. Annemse her zamanki gibi kendi yolundan devam ediyordu.
Camdan etrafı izlerken bugün enteresan bir insan trafiğinin olduğunu fark ettim. İnsanların hepsi sanki ortak bir telaş içerisindeymiş gibiydi.
“Hadi, inmiyor musun?”
Beni mıncıklayarak uyardı annem. Çoktan ineceğim yere gelmişim meğer.
“Oh… Peki.”
İndim ve anneme gülümseyerek el salladım. O da bana aynı şekilde karşılık verdi.
Gözden kaybolana kadar onun gidişini izliyordum. Ardından ben de yoluma koyulacaktım.
“Bu yol… Sanki…”
Bir şekilde annemin takip ettiği rota bana bir şeyler çağrıştırıyor gibiydi. Ama ne olduğu… Bir türlü ulaşamıyordum.
“Hey! Yolun ortasından çekilsene!”
Bir araç kornaya bastı ve beni camdan kabaca uyardı. Ters tarafından uyanmış sanırım.
Saatime baktım ve varış noktama doğru yürümeye başladım.
Yürüyordum. Hızlı adımlarla yürüyor ve bastığım kaldırım taşlarını teker teker sayıyordum. Teker teker.
…
Biraz ilerlemiştim. İndiğim yerden sadece birazcık.
Ama aniden neden olduğu hakkında hiçbir fikrim olmayan bir durumla karşılaşmıştım. Vücudum birdenbire korkunç bir tepki verdi.
Dizlerim titremeye, kalbim sıkışmaya ve boğazım düğümlenmeye başladı. Bu semptomlar kendini yavaş yavaş ağırlaştırıyor, üstüne başkalarını da ekliyordu.
Çantamı yere fırlattım ve kravatımı çözdüm. Onu da aynı şekilde havada uçuşturdum ve koşmaya başladım.
Geldiğim yere, indiğim yere doğru delice koştum. Hayır, daha da ötesine. Annemin gittiği yere.
Ben koştukça görüşüm kırmızılaşıyordu. Normalde çok koşan biri değilim. Sebep belki de bu olabilirdi. Ama öyle değildi. Kırmızılığının sebebi: İleride toplanmış olan kalabalığın arasında yatıyordu.
Nabzımı kulaklarımda hissediyordum. Çene kemiklerimin bağlandığı kısım delice yanıyordu. Göğsüm sıkışıyor, bacaklarım kuvvetini yavaş yavaş kaybediyordu.
Kalabalığı yararak ilerledim. Neredeyse tükenecek olan kuvvetimle yolumu açmaya çalışıyordum.
En sonunda son buldu. Yoluma çıkan tüm insanlar, benim ortalarına geçmeme izin verdiler.
Kafamı önüme çevirdiğimde. Çenemin hakimiyetini tamamen kaybettim. Boğazım üstüne biri çökmüşçesine acıyordu. Ve göz bebeklerim patlayacaktı sanki.
Gözlerim yavaş yavaş etrafı tarıyor ve yükseliyordu.
Kan öbekleri belli bir yeri işaret ediyor, beni oraya yönlendiriyordu. O noktaya kitlenmemi ve gözlerimi bir daha ayırmamamı istiyorlardı.
İstediklerini onlara verdim. Öbeklerin beni ulaştırdığı yere doğru baktım. Ve kustum. Midemi tek bir şey kalmayana kadar boşalttım.
Dizlerimin üstüne düştüm ve görüşümün tamamen kendi kontrolümle bulanıklaşmasına izin verdim. Gözyaşlarımla.
Ve o an ağzımdan dökülen kelime, muhtemelen varoluşumla beraber söylemek isteyeceğim son kelimeydi.
“An— ne..?”