Üç günlük dünyanın 4 günlük yolcuları olduğumuz hayatı silgi kullanmadan resim çizme sanatı olarak adlandırıyordu o. Her zaman bilgiye açtı oysaki bu açlığı yakınlarında saklıydı; ayrı ayrı düşünüyor olabilirdik ama aynı düşüncelerdeki hislerimizle kayboluyorduk. Hissetmek bilmekti bazen. Peki kimsin sen?
Avucumun içinde bir film beliriyor. Elimde film rulosu, elimde biz! Tüm yaşadıklarım orada, dostluklarım orada bir dostluğun ardından anlatılacak güzel şeyleri bulmak için zaman harcıyorum; ne acı! İçimde tek bir isyan ”…olası dünya!” Cadının çırağı gibi hissediyorum ne kötülük için yapıyorum bunu ne de yazılacak bir öykünün olası kötü sonunu anlamlandırmak için. Sadece hissediyorum şu an yürüdüğüm bu yolun güvensiz gelmeye başladığını; bir daralıp bir kıvrıldığını görsem de yaratacak olduğum bu yalancı rüzgarın yine kötülükleri perdeleyeceğini biliyorum.
İnsan sadece kötülüğü değil; zaman geçtikçe, kafasındaki beyazlar her arttığında, sahip olduğu her buruşukluk da kötülüğün gölgesini bile tanıyabiliyor. ”Yeterince izlenmeye devam edildiğinde ise kötülük herkesi ele geçirebiliyor, ta ki gitmekle kalmak arasında bir fark kalmayana dek.” Ruhum bana hep aynı kişiyi soruyor, aynı kişiyi anlatıyor; ayrı yerlerde olmayı seçen iki beden, tek ruh. Oysa ne çok yanılgı varmış sanatla ilgili.
Hayatta nazik ama riyakar bir kapı bekçisi olmayı o seçti. Yaşadığı sanatta öznesinin kendi olmadığı sadece kendi sürdürdüğü sonsuz bir görev bilinciyle içeriyi kimseyi almadan sadece nefes alacak bir kapı bekçisi. Sözünün kesildiği, kendine ait olmayan onlarca cümleyle dolu bir sanat. Beyhude bir çaba içinde iki farklı yolu var: Eicmann gibi camdan bir kafeste oturup filozof edasıyla mı yaklaşmalı yoksa kılıcını çekip iki farklı parça mı elde etmeli? Bu çaba insanlığı anlatıyor aslında tıpkı bizim başkalarının barışına kendi savaşımızı sığdırma çabamız gibi.
İyilik insanın sahip olabileceği yegane şey; nazik, narin, insani. Peki kötülük, nedir kötülük? O anlatsın isterdim; besleyip büyüttüğün akıl almaz olduğu için inandıran o acılı öyküsünü. Sanki usulca istememeye ve bu duruma alışmaya başlıyorum seni gördüğüm tüm sandalyelerden kalkıyorum, hepsinin sonu aynı olan ve senin sevdiğin o sona sahip dönen bu yerküreye sadece göz yaşlarımı armağan ediyorum;beklediğim o yağmurun her damlasından arınıyorum. Hatta eskisi kadar özlemiyorum da seni ve Özdemir Asaf’ın şiirinde de dediği gibi ağlamıyorum olduk olmadık zamanlarda, adının geçtiği cümlelerde gözlerim dolmuyor..
Yardımcısı olduğum o büyücü geliyor, başından beri sahip olduğu o kasvetli ve sisli küresine nefesini tüm gücüyle yolluyor; dünya artık büyülü bir yer ama dünyanın da kestirmesi yok çünkü ”gitmeye değer yerlerin kestirmesi yoktur.”