Kışın ayazı iliklerime kadar işlerken, gözlerimi birkaç metre ötedeki toprak yolun kıvrımlarına dikmiştim. Etrafımı sarıp sarmalamış sabırsız insanların uğultusu kulaklarımda yankılanıyordu. Adını çoktan ezberlemiştik: Mustafa Kemal Paşa. Meydanın ortasında toplanan kalabalığın arasında önlerdeydim, ama yine de ayaklarım yerden kesilmiş gibiydi.
Herkesin yüzünde bir beklenti vardı. En önde duran bir grup çocuk, Atatürk’ü görebilmek için birbirlerinin omuzlarına tırmanıyordu. Kadınlar yan yana sıralanmış, ellerinde getirdikleri en güzel yemeni örtülerle bekliyordu. Erkeklerin yüzlerinde ise hem gurur hem de bir parça hüzün vardı. Sabah saatlerinden itibaren davullar ve zurnalarla bütün Ankara halkı, heyeti karşılamaya hazırlanmıştı. Onlara göz gezdirirken babamın yanımda sessizce dua ettiğini fark ettim, üzerine eski püskü yün bir aba giymiş; kambur sırtını hafiften bana yaslamıştı, dimdik duruyordum.
Sonunda uzaktan bir atlı grup belirdi. Uğultular kesildi, herkes suspus oldu; zaman durmuş gibiydi sanki. Ayazda titreyen nefeslerimizi bile duyabiliyorduk. İlk başta atlı grubun arasında fark edilmesi zordu, ama yaklaştıkça fark ettim, sanki etrafını bir ışık çemberi sarmalıyordu. Atatürk’ün yüz hatları sert ama bir o kadar da huzur vericiydi. Sarı saçları, soğuk Ankara gününde parıldıyor, gri paltosunun etekleri hafifçe rüzgarla savruluyordu.
Etrafımdaki insanlardan biri hafifçe iç çekti, bir başkası gözyaşlarını saklayamadan döküverdi. Kalabalığın arasında duran ilkokul çağlarında bir çocuk annesinin şalını çekiştirerek, “Ana, o kim?” diye sordu. Ancak daha kadın ağzını açamadan nidalar koptu. “Yaşa Mustafa Kemal Paşa!”
O anda kalabalığın kapıldığı coşkunun arasında gördüklerim bana bir rüya gibi geliyordu, sanki gri hava aydınlanmış; bulutlar bile dağılmıştı benim için. Bir süre tabanlarım yere çivilenmiş, öylece kaldım; bu kısa sürdü tabii. Kalabalık beni ezip geçmeden önce “Paşamız geldi!” diye haykıran bir adamın sesini işittim ve ben de insanlarla beraber sürüklenmeye başladım.
Arkalarda duran yaşlı bir kadın, titreyen elleriyle yanındaki bastona yaslanmış, gözlerini Atatürk’ün üzerinden bir an olsun ayırmıyordu. Dudakları kısık sesle bir dua mırıldanıyordu. Yanındaki kadın ise mendilini gözlerine bastırmış, iç çekerek ağlıyordu.
Atatürk, bu büyük sevgi gösterisine sakin ve zarif bir biçimde karşılık verdi. Atından inerken kalabalığa yüzünde umut dolu bir tebessümle bakıyordu. Elleriyle halkı selamlaması, sanki tek tek her birimize dokunuyormuş gibi bir etki yaratıyordu.
27 Aralık 1919, yeniden doğduğumuzu iliklerime kadar hissettim. Halk; kurtuluşa her bir adımda, her bir bakışta, onunla daha da yakınlaştı. O günden sonra ne olursa olsun o gözler, her zaman yolumuzu aydınlatacaktı.