Amerika ve II. Fernando

“Tarih tekerrürden ibaret” derler. Ama emin olun; tekerrür dahi edemeyecek tarihler de vardır.

Kente küçümseyici gözlerle bakan dağın zirvesinde oturmuş çanaklı gözlerle aşağısını izliyordu. Arkasında iki adam dikelmiş ve arkasını kollarken hırçınlaşan kuru soğuk zaman geçtikçe kendisini dehşete düşürücü bir sıcaklığa bırakıyordu.

İnsanların çoğu kraliyetin bir parçası olmak ister. Hükümet tarafından esaslıca tanınmayı ve üstün ayrıcalıklar görmeyi. Peki durum gerçekten böyle midir?

Tahta geldiğinde henüz 9 yaşındaydı. Daha top oynama isteğini bile zor bastırıyorken ona koca bir ülke emanet edilmişti. En büyük hayali bir tiyatro gösterisinin parçası olmak olan küçük çocuğun tüm düşleri ezilmiş, yok edilmişti.

Yıllarca kendini sert tavırlar takınmak için zorladı. Ülkeler arası ilişkilerde sıkı denetimler kurdu. Aşkından vazgeçip kim kendisine politik menfaat sağladıysa onu seçti.

Bu adam duygularından feragat ederken hiç çekinmedi. Bir kere olsun of çekip kendisine ve durumuna lanet okumadı. Oluşları kabullendi ve gerçekçi bakış açısıyla yaşamını sürdürdü.

Böyle bir adamın bile taviz verdiği zaman tepesini arttıran zevkleri vardı. Kitap okumayı ve özellikle bilginlerle bilim konuşmaya bayılırdı.

Eğer onun odasına onun kendine kitap okumak için ayırdığı zamanlarda girerseniz, tek bir jestini dahi yakalayamazdınız. Geldiğinizi anladığına dair bir işaret vermez pür dikkat kitabını okumaya devam ederdi. Fakat eğer ki bilim ve sanat sohbetlerinde kapıyı çalıp girdiyseniz öfkeden kudurur ve geri dönüşü olmayacak cezalar vermeye yeltenirdi. Bir süre zarfından sonra bundan vazgeçse de onun zayıf yanı buydu.

Ülke zor süreçlerden geçiyordu. Dini karmaşa ve kaygılar ülkeyi içten içe yiyip bitiriyordu. O duruma ne kadar akıllıca yaklaştıysa durum daha da beter hale büründü. Ne kadar stratejik hamleler savurduysa da hepsi rüzgârı deldi.

Siyasi aksaklıklar süregelirken çocukluğundan beri ölüm döşeğinde kıvranan babasının durumu kötüleşmişti. Üzerinde yoğun hüzün ve baskı vardı.

Son zamanlarda akıl sağlığına hâkim olamıyor ve yanlış hamlelerini sürdürüyordu. Kendisine minnet göstermeyen kilise müritlerini bir bir katledip son bulmuş hayatlarını kraliyet deposuna taşımıştı.

Bir gece her şeyi boş verip kendini alkole bıraktı. Hizmetçiler ona şarap yetiştirmekte zorlanıyordu. Onu uyardıklarında da istemsizce bağırıyor ve sözünün geçmesini sağlıyordu. Her gelen şarabı açık bulduğundan müritlerin kanından birkaç damla damlatıp içiyor, tadını beğenmezse bir başka cesedin kanından istiyordu.

Doyumsuz gecenin ortasında şafak sökmeden birkaç saat evvel, babasının onu bizzat odasına çağırdığı haberini aldı. Uçuk zihniyle derhal babasının yanında bitti.

Onu gördüğü vakit, sabaha vuran gecenin en karanlık anıydı. Sıkıntılı dönemden ötürü babasını bir süredir görmüyordu. Son haliyse hüsrandı. İhtiyar gözlerini zor kırpıyor, nefesini dahi kontrol edemediğinden düzensiz soluyordu.

Yaşayan bir ceset gibi görünen ihtiyar, ondan nazikçe kendisine yaklaşmasını istedi.

O kulaklarını ihtiyarın dudaklarına değdirdiğinde cennetten bir sıcaklık inmiş gibi hissetti. Kulağına çarpan bu ıslak nefes onu tüm dertlerden arındırmıştı sanki.

İhtiyarın söyleyeceklerinin olduğu açıktı. Ama bir türlü çıkaramıyordu kafasındakileri ağzından. En sonunda derin bir nefes aldı ve konuştu.

Oğluna gördüğü rüyadan bahsetti: Karanlığın içindeki aşk ve güzellik olan Venüs’ten, tüm dünyayı gölgesi altına alan devasa parçadan…

Oğlu, duyduğu her şeyi hiçbir şey anlamasa bile zihninin en derin yerlerine kazıyordu. Babası her geçen dakika kıvransa da o babasının sağlığı hakkında endişelenmiyordu. Sözleri onu büyülemişti.

“Yaklaşıyor oğlum… Kıyamet ve anlamsız ölümün…”

Bu sözler ihtiyarın söylediği son sözlerdi. Son harfi de tükürdükten sonra uzun zamandır her şeyiyle verdiği sert ve zorlu mücadeleyi kaybetti.

Adı geçen kişiyi muhtemelen çoğunuz tanıyor. Tanımıyorsanız bile muhakkak duyduğunuz bir isimden bahsediyorum: II. Fernando

Güç geçen siyasi dönemin sonunda Kastilya Krallığı yıkıldı ve yerini İspanya’ya bıraktı. Bu durum Fernando’yu hüsrana uğratmış olsa da İspanya onun çevik zekasını ve yeteneklerini tanımıştı. Böylece Aragon Kralı unvanı kendisine bahşedildi.

Siyasi süreç sona ermesine rağmen babasının ona anlattıkları zihninin ara sokaklarında onu kemiriyordu. Babasının kütüphanesindeki tüm kitapları inceledi fakat yine de aradığı yorumu bulamadı. Diyardaki
tüm falcılara anlattı babasının rüyasını, hepsi farklı ve alakasız şekilde yorumladılar.

Umutsuzluğa sürükleniyordu yavaş yavaş. Her gün o nadide cümleleri anlamlandırmaya çalışıyordu. Kafasına koymuştu ve başaracaktı. Diğer günlere benzeyen bir yarına uyanmak için uyuduğunda, babasıyla benzer bir rüya gördü. Belki de bilinçaltının ona yaptığı bir oyundu bu fakat o inandı. Ardından tüm araştırmasının neden nafile olduğunu anladı.

Yanlış kaynakları tarıyordu. Astrolojik ve mitolojik kaynaklara ağırlık verdi. Ve en sonunda o mistik rüyaları kendince bir anlama ulaştırdı. Bu yorumu bir falcı yapsa muhtemelen ona inanmayacaktı. Ama kendisine olan inancı sağlam ve keskindi.

Venüs, Roma mitolojisinde aşk ve güzellik tanrıçasının ismiydi. Karanlıktaki Venüs tabirini gökteki Venüs’le ilişkilendirdi. Bir diğer adı Venüs olan Çoban Yıldızı gece vakti batıyı gösterirdi. Böylece bu rüyanın haritada batıda bir yere işaret ettiğini düşündü.

Gölgeyle hâkim olmak, parça gibi kavramları tam olarak ilişkilendiremedi. Ama bu durum kulağa hazine gibi geldiğinden midir bilinmez, orada bir gemi olduğuna inandı. Nuh’un gemisi gibi antik ve değerli şeylerin yattığı bir hazine olduğuna inandı orada.

Tam o dönemlerdeyse Kristof Kolomb adında bir kâşif nam salmıştı. Türlüce yerleri geziyor ve görüyordu. Ülkenin en geniş istihbarat ağına o sahipti ve gençler tarafından imrenilerek bakılıyordu.

İnanır mısınız, Fernando’nun da saklı düşlerinden birisiydi bu. O da Kristof Kolomb gibi uzak diyarlara açılmak ve yeni yerler keşfetmek istiyordu. Ama kaderi bir türlü yakasını bırakmamıştı. Dolayısıyla bu hayali de kül olup gitmişti.

Fakat babasının rüyası, bu kül olan hayalin bir anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğmasına sebep oldu. İçini yoğun bir ümit kapladı ve Kristof Kolomb ile mektuplaşmaya başladı.

Ne tesadüftür ki Kristof Kolomb da Fernando’nun adını çokça duymuştu. Aralarında hızlıca kuvvetli bir arkadaşlık bağı oluştu. İkisi de birbirlerini sever ve sayar hale geldiler.

Fernando, Kolomb’la konuşurken hiçbir zaman idealinden bahsetmedi. Menfaatini sakladı ve sadece arkadaşlarmışçasına davrandı. Yeri geldi o kendi alanından söz etti ama mektupların konusu çoğu zaman Kristof’un mesleği ve detayları olurdu. Gizliden gizliye Kristof Kolomb’u sömürüyordu Fernando.

Bu böyle devam ederken Fernando kendisine emanet edilen yüklü sermayeyi keşfe yatırdı ve konforlu gemiler, yetenekli mürettebatlar satın aldı. Batıdaki Venüs’ü bulmak için feda etti tüm varlığını.

Sessizce ayrıldı Argon ve İspanya’dan. Rotaları durmaksızın batı oldu bu bir avuç geminin.

Saatler günlere dönüştü, günlerse haftalara. En sonunda karaya ayak bastılar. Ufku enine kaplayan geniş toprak parçası öncesinde eşi benzeri görülmemiş bir şeydi. Gemideki yetkiler burada kalınıp araştırılması için ısrar ettiler. Böylece bu küçük adada yapacakları istirahat oy çokluğuyla uzatıldı. Bu leş yer ise Fernando’nun umurunda değildi. O varlığı meçhul Nuh’un Gemisine ulaşma peşindeydi.

Fernando ve yoldaşları dahil kimsenin haberi yoktu. Bu kara parçasına ilk defa dışarıdan insanlar varmıştı. Ve buranın ismi ileride Amerika olarak anılacaktı.

Haritadaki uyuşmazlığı fark eden denizciler olayla yakından ilgilendiler. Yapılan sıkıcı denetime hiç ilgisi yoktu ve bir an önce gitmek istiyordu. Fakat onun bu ilgisizliği Amerika yerlileriyle karşılaşınca yok olma durumunda kaldı.

Sanki zamanın gerisinde yaşayan bu siyahi grupla Fernando ve yoldaşları anlaşamıyorlardı. Tek kelime dahi anlaşamamalarına rağmen yerliler onları sevgiyle kucaklıyordu. İnsan mekanizması yabancı bir şey gördüğünde savunmaya geçme eğilimindedir. Fakat yerlilerde böyle bir durum gözlenmiyordu. Aksine tüm gardlarını indirip saf duygularını kafileye yönlendiriyorlardı.

Kafile ve yerliler evrensel olan duygular aracılığıyla iletişim kurdular. Vahşi hayata ayak uyduramayan Fernando ve ekibi yerlilerin himayesi altında korunuyorlardı. Her akşam kutlamalar yapıyor ve farklı tatlar tadıyorlardı.

Bu o kadar uzun sürdü ki erzakları tükendi. Erzakların tükenişi çatmasına rağmen kafile kalmayı sürdürdü. Yerliler onlara gerekli imkanları sağladı ve karşılığında hiçbir şey beklemediler. Günden güne iyi anlaşmaya başlıyor ve yakın ilişkiler kuruyorlardı.

Yaklaşık bir ay sonrasında kafile bu değerli yeri dünyayla paylaşmak istedikleri üzerine kanaat getirdiler. Plana göre İspanya’ya geri dönecekler ve yerlilere çok daha iyi imkanlar sağlayacaklardı. Böyle bir yer ne bir haritada geçiyor ne de bir kitapta yazıyordu. Bu yaptıkları keşif son derece heyecan vericiydi.

Yerliler gitmeden önce Fernando ve ekibine bol keseden erzak yardımında bulundu. Cesur kaşifler de onlara beklemelerini, geri döndüklerinde mucizelerle geleceklerini anlattılar. Onların iyiliklerini karşılıksız bırakmayacak ve onları zamanın ötesine geçireceklerdi.

İspanya’ya vardıklarında gördüklerini üstün yetkilere anlattılar. Fernando’nun öncülük ettiği bir grup hayalperest, bu heriflerin dedikleri gerçek olamaz denerek geçiştirildiler. Fernando’ya kimse inanmadığından doğal olarak o da yerlilere minnetini sunamayacaktı. O sırada aklına bir süredir konuşmadığı yakın arkadaşı geldi: Kristof Kolomb…

Mektupta yeni bir kıtadan bahsetti. Yerlilerden ve yaşam biçimlerinden söz etti. Tarihin gerisinde olduklarından, tarımda üstün başarı gösterdiklerinden ve kendilerine ait üstünkörü bir devlet sisteminin dahi olduğundan söz etti.

İronik kaçacak ama; herkes Fernando’nun rüya gördüğünün farkındaydı. Buna rağmen ünlü kâşif, yüce gezgin Kristof Kolomb ona inanmıştı. Geri yazdığı mektupta ona inandığını, gidip kontrol edeceğini söyledi ve detayları istedi. Fernando gözündeki ışıltıyla tüm bildiklerini anlattı.

Bildiği her şeyi anlatmış olsa bile Fernando’nun algısı Amerika’nın büyüklüğünü ve yüceliğini anlayacak kadar üstün değildi. Bu körelmiş algı yüzünden hayatından sonra bile dinmeyeceği bir öfkeye kapılacaktı.

Aradan aylar geçti. Kristof Kolomb’un İspanya kıyılarına tekrar varış haberi kulakları çınlatıyordu. Yeni kıtaya sürekli gitgeller yapmıştı. Her geçen gün gelişen kıta ve yerlilerin son halini düşünmek Fernando’yu heyecanlandırıyordu.

Kristof Kolomb dünyaya ve basına yeni kıta keşfettiğini haykırmıştı. Tüm başarıyı kendisi üstlenmişti. Fakat bu Fernando’nun alakası dışında kalıyordu. İçindeki heyecan ve umut gözünü kör etmişti. Kristof’un kötü niyetini anlayamıyor, ona amacında yardımcı olan bir dost gibi bakıyordu.

En sonunda Fernando mektup beklemekten sıkıldı ve Kristof’a bir yazı yazdı. Yazıda yeni kıtanın son halini görmek istediğini, yerlileri özlediğinden bahsetti.

Kristof bu teklifi kısa ve geçiştirici bir kabul mektubuyla atlattı. Gün için sözleştiler ve rıhtımda buluştular.

Fernando, Kristof’la muhtemelen ikinci ya da üçüncü kez görüşüyordu. Son derece az görüşmüş olmalarına rağmen aralarındaki samimiyet inanılmazdı. Fernando arada mesafe bırakmıyor ve tüm minnetiyle yaklaşıyordu Kristof’a.

Kalbindeki büyük heyecanın son atışlarıydı. Sönmesine ve yerini mutluluğa bırakmasına ramak kalmıştı. Sadece birkaç hafta daha dişini sıkması gerekti. Bucaksız denize atıldılar, rüyaların ötesindeki melekleri görebilmek için.

Nihayet kara göründü. Fernando heyecandan tir tir titrese de bunu yansıtmıyordu. Her zamanki cesur ve sert duruşunu takınıyordu. Yerlilerin yanında takınacağı yumuşak tavrın itibarını biraz zedeleyeceğinden endişeliydi. Endişeli olsa bile sonuçlarından korkmuyordu bu sebeple geçiştirdi.

Kıtaya ayak bastığındaysa Fernando, koca hayatında binlerce adam öldürmüş olan adam, dehşetler içerisinde kaldı. Kabilenin şehrinin içine doğru yavaşça yürürken etrafına bakıyordu. Bu sıradaysa Kristof onu gemiden acırcasına izliyordu.

Ortalık kan gölüne dönmüştü. Yapraklarla örtünmüş olan siyah cesetlerin kimisi kalbinden tüfekle vurulmuştu kimisiyse süngülerle öldürülmüştü. Erkek olanlar ön cephede yatıyorlardı. Yuvalarını, ailelerini korumak için öne atmışlardı kendilerini. Kimi anneler çocuklarının üstüne kapanıp can vermişti. Çocuklarsa annelerinin ölümüne şahit olduktan sonra acımasızca öldürülmüşlerdi. Kimilerinin gözleri oyulmuştu kimilerininse uzuvları koparılmıştı.

İçeri doğru girdikçe durum daha da iğrençleşiyordu. Kan kaybolmuştu. Hiçbir yerde kan olmamasına rağmen ciddi bir ceset kokusu sarıyordu etrafı. Yerlilerin evlerine tek tek baktı Fernando. Tüm evlere tek tek girdi, gördüğü tüm ölü bedenler yataktaydılar. Uyurken ölmüşlerdi.

Gözlerindeki ve çenesindeki bağ kopmuştu Fernando’nun. Her geçen saniyede göz bebekleri küçülüyor, kaşları çatılıyordu. Korkmuştu, ürküyordu. Tüm bu olanları anlamlandıramıyordu.

Tüm cesetlerin üzerinde örtülü olan battaniye aynıydı. Dokunup kontrol etmek istediğinde arkadan onu izleyen bir er onu durdurdu.

“Virüslü battaniyelere dokunmamalısın!”

Fernando artık akıl sağlığından şüphe etmeye başlamıştı. Hayatında düşmediği bir duygu boşluğuna kaptırmıştı kendini. Zamanında onu sevgi ve iyi niyetle kucaklamış tüm insanlar birdenbire yok oluvermişti. Bunu kaldıramıyordu.

Birbirlerine sarılarak uyuyan anne, baba ve çocuk öldüklerinden bihaberdiler. Kentin girişinde yerde yatan nöbetçi erkekler tehlikenin farkına varmışlardı fakat ailelerini kurtaramamanın ızdırabıyla beraber öldüler.

Fernando’nun zihni karıncalanıyordu. Gözünde gözyaşlarıyla kıyıya geri döndü. Kınındaki küçük kılıcı çekti ve Kristof’un üstüne yürümeye başladı.

Kristof’un etrafındaki askerler tüfeklerini çekip saldırı teşebbüsünü bertaraf ettiler. Fernando içinde boğulmak üzere olduğu hüzün denizinde onu yukarı çeken tek şey olan öfkesine tutunarak Kristof Kolomb’a bakıyordu.

Bu yoğun kana susamışlık ve öldürme hissi tarihte ilk defa Fernando’da tarif edilemeyecek kadar yoğun görülmüştü. Öyle yoğundur ki bu arzu, yanındaki erlerden birisi neredeyse tüfekle kendi kafasına sıkmak üzere olduğunu yazmıştı sonrasında.

Alev fışkıran gözleri bir yana küfürler saçıyordu Fernando.

“Ne bakıyorsun öyle? Yeni kıtayı, Amerika’yı, zamanın ötesine taşıyorum. Anlaştığımız gibi değil mi?”

Kristof Kolomb bu sözleri ellerini kenetlemiş halde son derece alaylı bir ifadeyle söylemişti.

Fernando kuduruyordu. Kulağında kırkayaklar geziyor, vücudunu testereyle deşiyorlardı. Vücudundaki titremeye hâkim olamıyordu.

Gözlerine bir karanlık çöküyordu, ona batıdaki aşk ve güzelliği gösterecek olan Venüs’ü bile karartacak bir karanlık.

Fernando, kendini kaybetti. Ve görüşü bulandıktan sonra olanlar ne kendi anılarında kaldı ne de tarihin tozlu sayfalarında.

 




Her tarafı yara bere içerisindeydi. Yoğun kan kaybediyor, ayakta zor duruyordu. Kolları ve yüzü barut izlerine bulanmıştı. Kentten yüksek bir yerde çığlıkları dinliyor ve bundan inanılmaz zevk alırcasına gülümsüyordu. İnsanlar kıvranıyor, gerçek acının tadına bakıyordu. Haykırışları kulak tırmalasa da kulağa gelen o tiz sesler Fernando’yu neredeyse kendinden geçirecek kadar hoş etkiliyordu.

Kıvrananlar İspanyol askerlerdi. Askerlerin kaynakları alevlerle savaşıyorlardı. Gelmek için kullandıkları gemiler, kent ve hatta kendileri. Uzaktan sadece sarı ve turuncu ışıklar görülüyor olsa da herkesin ilk önce farklı yerlerinin yandığını hayal edip buna inanıyordu Fernando.

Kimisinin önce gözleri eriyordu kimisininse dili. Bazılarınınsa her tarafı eşit oranda yanıyor ve tadabilecekleri en acılı ölümle ölmelerini sağlıyordu.

Bir anlığına tüm bu zevki içine kapattı Fernando ve önünde yatan yalvarırcasına titreyen bedene baktı: Kristof Kolomb.

Arkasında duran surete elini uzattı Fernando ve eline zehirli küçük bir hançer tutuşturdular.
Lanetler okudu Kristof Kolomb’a.

“Eğer buradan sonra bir dünya yoksa bile sırf sana acı çektirmek için ben yaratacağım Kristof. Bedenine atacağım imzayı ömür boyu taşı.”

Ve zehirli hançeri Kristof’un göğsüne sapladı. Ardından arkasında duran diğer suret olaya müdahale etti ve Fernando’nun kellesini uçurdu.

En önemli uzvu dağın tepesinden alevlere doğru düşüyorken bile Fernando’nun yüzünde şeytani bir gülümseme vardı. “Sözümü kesinlikle tutacağım!” diye bağırıyordu sanki bu gülümseme. Ardından ölümün bile kesemediği bu gülümseme kül olarak hiçliğe karıştı.



Kristof Kolomb 1506’da 54 yaşında iken kalp yetmezliği sebebiyle hayatını kaybetmiştir.
Lütfen söyleyin, bu tarihin tekerrür edeceğini gerçekten düşünüyor musunuz?

 

(Visited 53 times, 1 visits today)