O gün her zamanki gibi okula gidiyordum. Aynı yol, aynı cadde ve aynı marketler… Her şey tanıdık ve sıradandı. Arabadan inip yürümeye başladım. Ancak bir anda her şeyin rengi soluklaşmış gibi göründü. Sanki dünya, rengini kaybediyordu.
Caddenin köşesinden döndüğümde karşıma altın dantellerle süslenmiş büyük, göz alıcı bir kapı çıktı. Bu kapının parlaklığı anormal derecede etkileyiciydi; çok pahalı ve özel bir maddeden yapılmış gibi duruyordu. Ancak bu güzelliğin ardında gizemli bir ürperti hissettim.
Etrafıma baktım, fakat kapının başında bekleyen ihtiyar bir bekçiden başka kimse yoktu. Bekçi, saçı neredeyse hiç olmayan, eski püskü ve soğuk bakışlı birine benziyordu. Yüzündeki ifadeden hiç iletişim kurmak istemediği anlaşılıyordu. Bana boş boş bakarak sert bir tavırla,
– Eee? Ne bekliyorsun? İçeri girsene! dedi.
Tereddüt ederek adımımı attım ve artık o kapının ardına geçmiş, geri dönüşü olmayan bir yola girmiştim. Önümde küçük bir merdiven vardı. Merdiveni yavaş yavaş çıktım ve düz, renksiz bir zemine ulaştım. Beton zeminde adımlarımı dikkatlice atmaya başladım, ama her geçen saniye çevre daha da tuhaflaşıyordu.
İleride terk edilmiş bir köye benzeyen bir yer gördüm. İçime dolan heyecan, hızla korkuya dönüşüyordu. Arkama dönüp baktığımda kapının kaybolduğunu fark ettim. Geriye dönüş yoktu. Bunun üzerine hızlandım ve önüme çıkan köprüye ulaştım. Köprüden aşağıya baktığımda, altından geçen şeyin su olmadığını fark ettim.
Daha yakından bakmak için etrafıma bakındım ve eski, mürekkebi dağılmış bir gazete buldum. Tiksinerek elime aldım ve köprünün altındaki sıvıya attım. Gazete sıvıya değer değmez cızırtılar çıkararak yok oldu. Sıvının rengi koyu yeşilden turkuaz yeşiline döndü, ardından tekrar eski haline geldi. Bu sahne, içimde tarifi zor bir korku uyandırdı.
Köprüde her adım attığımda gıcırtılar duyuyordum. Sesler giderek artıyordu ve sonunda köprü çatırdamaya başladı. Üçe kadar sayıp hızlıca koşmaya başladım. Arkamdan köprü yıkılıyordu! Kendimi son anda yere attım ve güçlükle kurtuldum. Ancak bacaklarım yara içindeydi ve tozlu, iğrenç zeminde yatmak istemediğim için hemen ayağa kalktım.
Daha hızlı yürümeye başladım. İçimde birinin beni izlediği hissi vardı. Korkmamaya çalışıyordum, ama bu ortamda bunu başarmak imkansızdı. Altın kapının büyüsüne kapılarak girdiğim bu yerde ne yapacağımı bilemiyordum. Düşüncelerim içinde boğulurken hayal meyal çığlıklar duymaya başladım.
İlk başta bu seslerin gerçek olmadığını kendime hatırlattım. Ancak birkaç dakika sonra, çığlıkların gerçek insan sesleri olduğunu anladım. Bu gerçeği kabullenmemek için elimden geleni yaptım, ama zihnim bana ihanet ediyordu. Birden, kafama bir taş çarptı. Keskin bir acı başımı zonklattı ve yalpalayarak yere düştüm.
Bayılmıştım. Yerde, yaralar içinde yatıyordum. En kötüsü, yaralarımı saracak kimse yoktu…